Sıradaki yazımın Kenya hakkında olacağını hiç tahmin etmemiştim. Bir kere ziyaret ettiğim ülkelerde yeteri kadar gözlem yapamadığımı düşündüğümden blogda paylaşmıyorum. Kenya’da durum daha da vahim, şehir merkezinde gerçekten az vakit geçirdim, hep görmeyi hayal ettiğim Mombasa’ya gidemedim. Ama blogun Facebook sayfasında ve atılan özel mesajlarda blog yazısı konusunda hiç olmadığı kadar istek gelince dayanamadım. Beni de gaza getirdiniz ve işte buradayız.
Özetle başlayayım; Kenya çok çok güzel bir yer. Birçok konuda beklentilerimi katbekat aştı. Özellikle insanlar ve temizlikleri konusunda. Bu güzel insanlar en az kendileri kadar güzel bir doğa ile ödüllendirilmiş. Yakın dönemde birkaç kere daha gideceğimi düşünüyorum. En azından gitmeye çalışacağım.
Ülke, Şartlar ve İlk İzlenimler
İlk olarak biraz ansiklopedik bilgi vermek isterim. Çünkü hem anlatacak olduğum gözüme takılan şeyler bu bilgilerle daha anlamlı olacak hem de Afrika hakkında ülkemizdeki genel algıların bir çoğu Kenya için geçerli değil. Bu yanlış algıyı da düzeltmeden Kenya’yı anlatamam. Mesela Kenya, Somali ile sınır komşusu ancak Somali resmen bir çöl ve insanlar kuraklıktan kırılıyorken, Kenya güzel yağış alıyor ve yem yeşil. Hem de bu yeşil bölge ile Somali arasında sadece 200 km var.
Kenya Afrika’nın tam ortasında ve en doğusunda yer alıyor. Sadece Afrika’nın da ortasında değil. Dünyanın da tam ortasında. Ekvator Kenya’dan geçiyor, dahası var mı? Nairobi ekvatordan 140 km kadar güneyde, yani güney yarıkürede. 2008 yılında ekvatora ilk kez 50 km kadar kuzeyden yaklaştığımda hemen lavaboya su doldurup boşaltmıştım. Su, kuzey yarıkürede olduğumuzu anlamış olacak ki genelde saat yönünün aksi yönünde boşalmıştı. Elimle ilk hareketi ters yönde verince saat yönünde de dönmüştü. 2010’da Güney Afrika’da lavabo her zaman saat yönünde boşalarak kitaplarda okuduğumuz bilgiyi doğrulamıştı. Nairobi’de de teorik olarak saat yönünde olması gerekirken garip şekilde saat yönünün tersine boşalma eğiliminde. Yani dünyanın manyetik alanı o kadar da hassas şekilde bir çizgi ile değişmiyor. Barış Manço’nun zamanında ekvatorun 10 metre kuzeyinde sonra da 10 metre güneyinde yaptığı deneye olan inancım da ciddi sarsıldı. Sadettin Teksoy yapsa takmazdım ama Barış Manço şaşırttı beni. Ya o deney çekim için kurgulanmış bir ortamdı ya da biz ekvatoru yanlış yerden çiziyoruz.
Ben de Nakuru bölgesinden geçen ekvatoru cep telefonumdan enleme bakıp buldum. Eğer Nairobi’deki deney güney yarıküredeki gibi sonuçlansa üşenmeyip Barış Manço’nun deneyini tekrarlardım ama 140 km’de yanlış akan su 10 metrede doğru akmayacağı için daha popüler aktivitelerle uğraştım. Ne mi? Mesela, tam o noktada bir ayağımı güney yarıküreye bir ayağımı kuzey yarıküreye koyup fotoğraf çektirdim mi sizce? Cevap, tabi ki hayır. 🙂 Bildiğiniz gibi ben kendi fotoğraflarımı çekmiyorum.
‘Hayır’ ifadesi sadece fotoğraf için bu arada. Yoksa iki yarıküreye de aynı anda bastım elbette.
Ekvator çevresinde ya da daha doğrusu iki dönence arasında olan her yer gibi burası da tropikal iklime sahip. Mevsim kavramı pek yok. Ama sandığınız kadar da sıcak değil. Bunda ülkenin dağlık bir alanda olması da etkili. Mesela Nairobi deniz seviyesinden 1800 metre yüksekte. Yani neredeyse Erzurum ile aynı rakımda. Yazın sıcaklık en çok 28 derecelere çıkıyor. Kışın ise 10-12 derecelere kadar düşebiliyor. Deniz seviyesinde olan Mombasa’da ise yazın 30 kışın 20 derece arasında değişen sıcaklık yüksek nem ile dayanılmaz boyutta hissediliyor.

Büyük ağacın altındaki yeşillikler çay bitkisi ve aralarındaki noktalar çay toplayan insanlar… Ağacın boyunu siz hesapalayın…
İşte, konum ve yükseklik nedeniyle ülke güzel yağış alıyor, bunun sonucunda çölleşme olmamış, bitki örtüsü gelişmiş, topraklar verimli, insanlar aç değil.
Bu verimli toprakların rengi de ilginç. Güney Afrika’da toprağın rengi bakır rengi demiştim. Buradaki topraklar mercan kırmızı.
Ama bu verimli topraklara rağmen Kenya bugüne kadar ziyaret ettiğim 50 kadar ülke içinde bariz şekilde en yoksul ülkeydi. Pakistan ve Hindistan’ın kırsalı gibi yerlerde gördüklerimin daha fazlasını görebileceğimi pek beklemiyordum. Oralarda devlet zengin ama insanlar fakirdi. Burada sanki devlet te fakir, insanlar devlete göre daha iyi durumda gibi. Ya da belediye, hükümet iyi çalışmıyor.
Açıkçası burada yoksulluğun ve fakirliğin daha başka bir boyutu ile karşılaştım. Bu ‘başka bir boyut’ ifadesini sadece daha fakirler gibi algılamayın sakın. Evet paraları kesinlikle daha az. Gayrisafi milli hasılalarının, satın alma paritesine göre hesaplanmış hali Türkiye’den 8, Hindistan’dan 2.5, Pakistan’dan 2 kat daha az. Ama yaşam şartları, hayat ve düzenleri buna rağmen beni olumlu anlamda çok şaşırttı.
Bu olumsuz rakamlara rağmen Kenya, Orta Afrika’nın açık ara en zengin, en gelişmiş, en düzenli, en stabil rejime sahip ülkesi. Güney Afrika’yı çıkarırsak, Afrikalıların (Kuzey Afrika’daki Arap kökenli ülkeler hariç, kıtanın tamamı diyelim) yaşadığı ülkeler içinde en gelişmiş olanı. Yani kıtanın en zengin ikinci ülkesinden bahsediyoruz. Nairobi de ülkenin hem başkenti hem de doğal olarak en büyük, en gelişmiş şehri.
İşte gözlemlerim de bu büyük şehirde oldu. Havaalanına inince yoksulluk hissiyle beraber ilk olumlu izlenimlerimi de edinmeye başladım. Gördüğüm en gariban havaalanıydı. İşte orada Hindistan’la, Pakistan’la kıyasladım. Bu ülkelerin havaalanları şehirdeki yaşamdan farklı olarak kendi ölçülerinde lüks yapılar. Para akıtmışlar. Zevk kavramı yerel kültürle alakalı, o nedenle zevkli, estetik, şık binalar diyemiyorum ama kesinlikle gariban değillerdi.
Nairobi havaalanında uçaktan indik, otobüsle terminale geldik. 3 metre tavan yüksekliği olan bir bina, karşımızda 4, 5 tane yan yana tahta masadan hallice kontuar var. Pasaport için yaklaşıyorsunuz. Son derece güler yüzlü bir Kenyalı size hoş geldiniz diyor önce. Vizeniz 6 aylık mı daha mı uzun olsun diye soruyor. 6 aylık vize için 50 USD’yi nakit olarak veriyorsunuz. Pasaportunuza vize pulunu yapıştırıyor ve devam ediyorsunuz. Neden geldin, kaç gün kalacaksın, ne yapacaksın, dönüş biletin var mı gibi hiçbir soru yok. Kuyruk ta çok hızlı ilerliyor. Öyle turnike, vize alanını bagajlardan ayıran metal barlar, arındırılmış bölge hissi falan yok. O masaların 5 metre arkasında 3 tane bagaj karoseli var. Oradan bagajınızı alıp çıkıyorsunuz. Geçmişte daha küçük, sadece pervaneli uçakların indiği, hatta uçağa kendi bavulunu kendinin taşıdığı havaalanlarını kullanmışlığım var. Bir alanın küçüklüğü ile garibanlığı farklı şeyler. Burası sadece küçük değil.
Aslında bu kadar küçük olması beni biraz da şüphelendirdi ve birkaç gün sonra sorup öğrendim. Yeni bir havaalanı terminali yapılıyormuş. Yakın zamanda eski terminalleri yanmış. O nedenle geçici terminal binasını kullanmışım. Ama ilk izlenimin etkileri ilk günler her gördüğüm şeyi de etkiledi.
İlk izlenimler her zaman en şaşırtıcı olanlar oluyor. Ben de havaalanından otele giderken yol kenarında otlayan zebraları görünce şaşırdım. Nairobi’de bir milli park var ve acaba onun yanından mı geçiyoruz diye düşündüm. Yoo, etrafta ne çit ne de tel var. Zaten milli park ta güzergah üzerinde değil. Bunlar başıboş zebralarmış. Yol kenarında otluyorlar. Bildiğin sokak zebrası yani.
Trafik
Şimdiye kadar gördüğüm en kötü şehir içi yol altyapısı yine Nairobi’dedir. Otoban gibi bir kavram tabi ki yok. Ulaşımın can damarı olan Mombasa yolu bazen 3 şerit, bazen de 4 şerit oluyor. Onun dışında kalan yollar hep tek şerit ve gerçekten çok kötü durumda. Yıllardır bakım yapılmadığı her halinden belli. İnanılmaz büyük çukurlar, kırılmış asfaltlar var. Ve daha da kötüsü yolun yanlarının durumu. Yolun bittiği yerlere hiçbir şey yapılmamış ve asfalt kırılıp yok olmuş buralarda. Bu kırık zaman zaman yolun ortasına kadar gelmiş durumda.
Gözüme takılan bir şey de etrafta sürekli bir yol inşaatı varmış havası olması. Çevrede inşaat malzemeleri var, molozlar, topraklar, kayalar…. Herhalde 3 haftaya bu yol yenilenecek diyorsunuz. Ancak bu etraftaki inşaat havası veren öğeler de o kadar eski ve uzun zamandır orada gibi görünüyor ki şüphelendim. Yerel, ev sahiplerimden birine sordum. Cevap pek iç açıcı değildi. Kenya dünyada en çok rüşvet verilen ülkeymiş. Bilen biliyor, ben duyduğum hemen hiçbir şeye inanmayıp, verileri kontrol ederim, bu bazen (genellikle) gıcıklık, kıllık olarak algılanır. Özellikle “dünyanın en” diye başlayan hiçbir sıfata inanmam. Bugüne kadar kontrol ettiğim 10 tane “dünyanın en” özelliğinin 9 tanesinin gerçek olmadığını kanıtladım. Ama gıcık görünmekten hala kurtulamadım. Gerçi bu sefer adamlar haklı çıktı. Kenya rüşvet olayında bir numaraymış. Bir memurun maaşının 3’de 1’i rüşvete gidiyormuş. “Bizde rüşvet ve yozlaşma çok var, devletin verdiği işlerin tamamı rüşvetle alınır. O nedenle başlayan işler hiçbir zaman bitmez. Gördüğün inşaatların çoğu 10 yıldır öylece duruyor. İşi alan firma 6 ay sonra parasını alıp ortadan kaybolur, kapanır. İnşaat ta öylece bekler.” diye anlattı. Rüşvet burası için artık normal bir olgu olmuş.
Nairobi trafiği felç olmuş durumda. Cuma gecesi otelimden şehir merkezine gitmek istedim. Taksiye bindim ve 1 saat 40 dakikada merkeze vardım. Bu arada otelim şehir merkezine 4.5 km uzaklıkta. Aynı yolu gece 11’de sadece 9 dakikada aldım. Akıl almaz bir trafik var.
Keşke tek sorun yoğun trafik olsa. Trafikte beklemek sizi 2 birim rahatsız ediyorsa maruz kaldığınız egzoz dumanı ve kokusu 6 birim rahatsız ediyor. Kullanılan yakıtta mı bir sorun var yoksa araçların eskiliğinden dolayı mı bilmiyorum, arabada giderken anormal derecede (ama cidden anormal derecede, şu an kafanızdaki anormale tekabül eden kokuyu 5’le çarpın) egzoz dumanı soluyorsunuz. Şoför şerit değiştirecekken elini, kolunu çıkarıp yol istediği için sürekli camı açıyor. Ben de kolunu içeri aldığı her seferde kapattırıyorum. Ama bazen camlar kapalı iken bile arabanın içi bir anda duman doluyor. Ülkede emisyon ölçümü falan hak getire. Benzinleri de kesin bol kurşunludur. Bu güzel doğaya yazık ediyorlar.
Egzoz ile yaptıkları tahribatı azaltmak için mi bilmem, geceleri bazı caddelerde aydınlatma ışıkları kapatılıyor. Ama nasıl bir mantığa göre kapatıyorlar çözemedim. Çünkü ertesi gün, bir gece önce karanlık olan yerdeki aydınlatmalar açık oluyor, bu sefer başka bir yer kapatılıyor. Sanki dönüşümlü olarak şehrin farklı kısımları aydınlatılıyor. Tasarruf olabilir ama yerel insanların konu hakkında bilgisi yok. Hadi bu tasarruf amaçlı diyelim, ama gece 10’dan sonra tüm trafik ışıkları kapatılıyor ki bunun tasarrufla bir alakası olamaz. Kavşaklar kendi doğal kaotik haline bırakılıyor. Ülkede her şey pek doğal canım. 🙂
Trafikte gözüme takılan bir başka konu da otomobil modelleriydi. Türkiye’de olmayan markalar da vardı etrafta ama esas ilginç olan bizde de olan markaların, model adları bayağı farklıydı. Siz şöyle modeller duydunuz mu? Nissan March, Nissan Teana, Toyota Crown, Toyota Premio, Toyora Belta, Toyota Axio, Toyota Mark…. Liste uzuyor. Bu farklı isimlere sahip modeller farklı araçlar da değil. Bizdeki modellerin adı değişik. Mesela Nissan Micra burada Nissan March olmuş. Sanmayın ki sadece japon arabalar model adlarını değiştirmiş. Hemen her marka böyle yapmış. Ben bizde de yaygın diye bu modelleri seçtim.
Trafik her eski İngiliz sömürgesinde olduğu gibi soldan akıyor. Siz de yolcu olarak sol ön koltukta oturuyorsunuz. Ama o koltukta otururken gözünüze gözüne giren bazı çıkartmalar var. Her bindiğim arabada farklı sayıda ama en azı 6 tane olan bu çıkartmaları şoförlerden birine sordum. Biri zorunlu sigorta, biri seçmeli sigorta, biri araçtaki insanlar için sigorta, biri arabada bulunan radyoda çalan müzikler için lisans, biri yol vergisi, biri ithal belgesi…. Kanunu zorunlulukmuş pek tabiiki. Öyle damgalı damgalı geziyorsunuz.
Trafikle ilgili olumlu bir olay da alkol hassasiyeti. Ev sahibimin her dışarı çıktığımızda konuya gösterdiği abartılı hassasiyeti fark edince sordum. Alkollü araç kullanmanın uçuk bir cezası var. Alkol miktarına bağlı da olsa en üst ceza 12500 liraya tekabül ediyor. 3-4 yıl öncesine kadar cezalar yok gibi bir şeymiş ve çok sayıda alkol nedenli kaza oluyormuş. Derken hükümet bu uçuk cezayı getirmiş ve alkollü araç kullanma bıçak gibi kesilmiş. Konuştuğum kişi “Gece sokakta, yerde uyurum ama alkollü araba kullanmam” diye belirtti korkusunu. Türkiye için bile yüksek olan bu tutar Kenya’nın alım gücü için bir servet.
Trafik başlığındaki son konu kaldırımlar. Kaldırımlar (eğer varsa) genelde yanında bulunduğu yoldan bile eski ve kötü durumda. Çoğu yerde de yok zaten. Toprak bir alan varsa orada yürüyorsunuz. Ve bu kaldırımsız yolların yanlarında çok ciddi bir yaya trafiği var. Siz araba ile bir yere gitmeye çalışırken (çalışırken diyorum çünkü öyle arabaya bindim gittim gibi bir durum pek yok, çaba göstermelisiniz, sabretmelisiniz) yanınızdan insanlar akın akın yürüyerek sizi geçip gidiyor. Buradan da insanlar başlığına geçiyoruz.
İnsan
Daha ilk sabahımda bu yol kenarında yürüyen insanlar dikkatimi çekti. Malum trafik te ilerlemediği için kendilerini izleyecek bol bol zamanım oldu.
İlk dikkatimi çeken kıyafetleriydi. Resmen çamurlu bir yolda yürüyen bu insanların kıyafetleri inanılmaz derecede temizdi. Sanki hepsi o sabah yıkanmış, ütülenmiş elbiseler giymişler gibi. Belki de gerçekten öyledir. Dikkat çekmeyecek gibi de değil. Görüntüdeki insanlar ve manzaradaki arka plan hiç uyuşmuyor. Bariz bir çelişki var. Dikkatle kirli, pis kıyafetli birini aradım. Bir tane bile yoktu. Hatta arada çok şık ve ortamla tezatı daha da vurgulayan örnekler görüyorsunuz. Çamur, toprak karışımı yolda etek, ceket, topuklu ayakkabı giymiş şık kadınlar yürüyor.
Ülkede genel olarak gördüğünüz kadın erkek dağılımı da neredeyse eşit. Dünyanın çok az yerinde bu kadar çok kadını hayatın içinde görüyorsunuz. Kullandığım taksilerde 4 kere kadın şoför denk geldi. Fabrikada, sokakta, her türlü meslekte çok sayıda kadın var. Ülkede herkes çalışıyor.
Bu gözlemi yaptığım yol çalışacağım fabrikaya gidiyordu. Şehir merkezinde değilim. Ve çok belli ki bu insanlar ülkenin önde gelenleri olmadığı gibi muhtemelen orta tabakası da değil. Sabah 7’de fabrikadaki işlerine yürüyerek giden işçiler, emekçiler.
Bir önceki blog yazımda, Çin’i anlatırken yoksulluğun; pis, kirli olma ile ilgili olma algısının doğru olmadığını, büyük şehir küçük şehir yoksullukları üzerinden anlatmaya çalışmıştım. Nairobi hem bu görüşümü hem de aksini destekledi. Evet, “Şartlarımız çok kötü ondan temizliğe gerekli özeni gösteremiyoruz” bahanesinin ne kadar gerçekçi olmadığını gördük. Kimsenin yaşam şartları bu insanlardan daha kötü değil. Ama Nairobi’de büyük bir şehir. Teorimi göç alan büyük şehirler diye revize ediyorum an itibari ile.
Kıyafetler hakkında gözüme takılan bir detay da kalınlığı. Aynı gözlemi 3 yıl önce Güney Afrika İzlenimleri yazımda da yazmıştım, burada da görünce sebebini öğrenmek istedim.
Dışarıda hava 21 derece, güneşli. Benim üzerimde sadece bir tshirt var. Yanımdaki Kenyalının üzerinde de uzun kollu bir sweatshirt var. Önümüzden geçen bir Kenyalıda da benim gibi tshirt var ama hemen yanındaki gömlek, üzerine kazak ve kafaya yün bere giymiş. Az ilerideki Kenyalı ise kocaman deri montu geçirmiş sırtına ama onun yanındakinde de yine ince bir sweatshirt var. Yerel ev sahibime sordum nedir bu olayın sebebi diye. “Gördüğün insanlar ülkenin başka yerlerinden geliyor, bu hava doğudan gelen birisi için soğukken, güneybatıdan gelen birisi için sıcak kalabilir. Mesela ben aslında şu an bu kıyafetle dışarıda üşüyorum.” diye anlattı. Aynı gözlemi Durban’da yapmış ama soramamıştım. 21 derece havada deri montun üzerine yün bere giymeyi hala çok kabul edemiyorum açıkçası. Bizim de ülkemizde her mevsimin yaşandığı bölgeler var. Ama Urfa’dan gelen biri 21 derecede kaban giymiyor. Arkadaşlar biraz hassaslar sanırım. Aklıma o kişinin ince kıyafete sahip olamama ihtimali geliyor ama o durumda da kafasındaki bereyi çıkartır cebine koyar insan. Yokluktan değil bence.
İnsanların kıyafetleri temiz, ama tabi ki kültürel fark, yerel moda anlayışı nedeni ile bize çok estetik gelmeyecektir ki gelmesi de gerekmez. Tertemiz giyinmiş birine ne diyebilirsin ki? Çok fazla kahverengi ve krem rengi kullanıyorsunuz, cildinizin rengi ile uyuşmuyor mu? 🙂 Ben insanların kendine olan özenine hayran kaldım.
Temizlik, sadece kıyafette de kalmamış doğal olarak. Özellikle şehirden çıkıp küçük köylere çıktığınızda gördüğünüz küçücük dükkanlar, kasaplar, büfeler hepsi pırıl pırıl. Mesela yol kenarında, 2 metrekarelik tahta veya teneke barakalardaki dükkanların benzerlerini Orta Asya’da da görmüştüm. Hatta Pakistan’daki paan maceram böyle bir barakada geçmişti. Oralarda alışveriş yapmak veya bir şeyler yemek birçoğumuza zor gelecekken emin olun burada hiç tereddüt etmezsiniz.
Sadece temizlik te değil. İnsanlar aşırı derecede sağlıklı görünüyorlar. Yüzlerine, ciltlerine, dişlerine, gözlerine baktığınızda sağlık fışkırıyor adamlardan. Bu gözlemimi yerel ev sahibimle paylaştığımda konunun taze ve doğal gıda ile ilgisi olduğunu söyledi. Kenyalılar tazelik konusunda çok hassasmış. Haftasonu gittiğimiz pazarda söylediğine göre tezgahlarda gördüğümüz tüm yiyecekler o sabah gelmiş. Eğer bugün satılmazsa yarın bunlar satılmaz. Sabah yine tazesi gelir. Kimse dünden kalmış sebzeyi almaz, yemez diye anlattı. Komşuları açlıktan kırılırken bu kadar hassaslık biraz düşündürmedi değil. Herhalde atmıyorlardır dünden kalan sebzeleri. İyi beslenmenin haricinde gördüğüm kadarı ile bol bol da yürüyorlar. Hem de tempolu yürüyorlar ki sağlıklı olma hissini de birazda yürüyüş şekilleri ve tempoları veriyor.
Bu sağlıklı, temiz insanlar ayrıca güzeller de. Güzellik kavramı kolay bir şey değil şimdi. Anlatması zor. Bir insanın ‘bir şeyi’ güzel bulma ihtimalinde birçok parametre var. İncelenen ‘şey’in, içinde büyüdüğü kendi kültürüne ne kadar yakın olduğu, ne kadar sık gördüğü (göz aşinalığı), küresel ortalamalara ne kadar yakın oranlar içerdiği, genetik yakınlığı, gibi gibi… Mesela Aborjin yerlileri bize (en azından bana) fiziksel olarak çirkin geliyor. Ama benim beğenmediğim o adama, o kadına kendi toplumlarında millet bayılıyordur kesin. Ve yine çok yüksek ihtimalle biz de o Aborjin yerlilerine inanılmaz çirkin geliyoruzdur. Sıska, orantısız uzun, hastalıklı gibi soluk tenli…. Afrika’da da yüzlerce etnik grup var ve bunların bir kısmı fiziksel olarak bize yakın veya estetik gelmiyor. Kendi ırkının güzel örnekleri de olsalar, bizim estetik anlayışımıza kafatası yapıları, burun şekilleri, dudak yapıları uymayabiliyor. Ama Kenyalıların bazıları bana göre bu kıtanın bize en güzel uyan örnekleri.
(*) Önceki yazılarımı okumamış olan okuyuculara not: Önceki yazılarımda bu konular hakkında uzun uzun açıklamalar yaptığım için her ülke de tekrar etmiyorum. Ama son birkaç ülke hakkındaki gözlemlerimden sonra birçok okuyucudan insanları görünüşüne göre değerlendirmenin ne kadar yanlış ve sığ bir davranış olduğu, önemli olanın iç güzelliği olduğu, belki de o insanın ne kadar iyi biri olabileceği yönünde fazla hassasiyet gösteren epostalar aldım. Elbette ben de bunların farkındayım. Yaptığım şey sadece uzaktan gözlem. İnsanların veya toplumlarım karakterleri hakkında bir yorumdan çok, düz ve basit şekilde gördüklerimi gruplayıp ‘kendi’ estetik anlayışım (ki benim estetik anlayışım Türk toplumunun ortalamasına yakındır) dahilinde değerlendiriyorum. Çirkin diyerek kimseyi küçümsemiyorum. Hele hele karakterini asla nitelemiyorum. Bizim güzellik anlayışımıza yakın olmadıklarını anlatmak istiyorum sadece. Bir de, İsveçlilere güzel dediğimde kimse rahatsız olmuyor ama bazı Çinlilerin bize göre çirkin algılandığını söylediğimde hassaslaşılıyor.
Bazıları dedim çünkü ülkede birden fazla etnik grup var. Biliyorsunuz ben de gittiğim ülkelerdeki insanları gruplamayı seviyorum, ilk kez Kenya’da bu gruplamam bir yerli tarafından onaylandı. İsveç’te kimse benim A, B, C tiplerimi, Çin’deki alt gruplarımı onaylayamadı. Burada fabrikadaki 3. günümde öğle yemeği yerken, artık iyice muhabbetimin arttığı ve açık fikirli görünen ev sahiplerimden birine konuyu açtım. Yemek yiyen insanlara baktığımda 3 veya 4 temel fiziksel yapı olduğunu söyledim ve tarifledim. Kahverengimsi tenli olanların kafaları çok yuvarlak burunları basık, siyah tenli olanlar daha uzun kafatası ve çıkık elma kemikliydi. Çok anlamadı önce. Sonra gösterdim. “Bak şu, şu, şu aynı gruptan” dedim ki ev sahibim hemen onlar Kikuyu dedi. Bunu duyunca nasıl sevindim anlatamam. İlk kez yaptığım bir gruplama doğrulanmış oldu. Sonra şu, şu, şu ve şu da aynı kökenden geliyor olmalı dedim. Onlarda Luhya dedi ev sahibim. Diğer bariz olan grup ta Luo’larmış.
Kenya’da bir çok kabile var. Bu kabileler çok ta karışmamışlar birbirlerine. O nedenle genetik olarak temel özelliklerini de çok kaybetmemişler.
Mesela Barrack Obama çok bariz olarak bir Luo. Luo’lar ve Luhya’lar bizlere daha estetik görünen etnik gruplar. Bu iki grubun güzel görünmesinde de Amerika’daki zencilerin veya günümüzdeki kibar söylemiyle Afro-Amerikalıların bir kısmının bu kabilelerden olması sonucu, izlediğimiz filmlerden göz aşinalığımızın olması.
Bu sağlıklı, temiz ve güzel insanlar ayrıca çok da güler yüzlü ve sıcakkanlı. Bu kadar olumlu sıfat bir araya gelince tabi ki insanları hakkında neler hissettiğimi anlamanız zor değil.
Ev sahibim cuma gecesi beni Kenya’nın gece hayatını görmem için dışarı çıkarttı. Canlı müzik olan bir mekana gittik. Kenya’lıların müziği ve dansı ne kadar sevdiğini birinci elden görme şansını yakaladım. Çalan grup ara ara bilindik yabancı şarkıları çok da güzel şekilde çalıyordu. Hatta bir ara o kadar güzel söylüyordu ki solist dönüp baktım playback falan mı yapıyorlar diye. Buna rağmen bu kısımlarda herkes sakindi. Ama yerli müzikleri başlayınca insanlar yerinde duramıyor. Herkes olduğu yerde dans etmeye başlıyor. Öyle sahne falan da aramıyorlar, masa aralarında, budukları her boşlukta ilginç figürler başlıyor. Dansları da şimdiye kadar gördüklerimden farklı. Tabi ki öyle otantik Afrika dansı beklemeyin ama bu figürlerin o otantik dansları anımsattığını söyleyebilirim. Şimdi burada yazarak anlatmak pek kolay değil, yine de deneyecem. Hayal gücünüzü kullanın biraz; bacakları açıp alçalarak gövdeyi bir sağa bir sola yatırma figürü pek bir popülerdi.
İnsanlar hakkında bir gözlem de isim söyleme hadisesi. İlk dakikalarım, havaalanı çıkışında elinde adım yazan tabelayı tutan kişiye yaklaştım. Merhaba dedi ve kendi adını söyledi. Refleks olarak ben de adımı söyledim, sanki adam bilmiyormuş gibi. Ertesi sabah fabrikaya gideceğim. Arabaya bindim, şoför abla döndü, “Merhaba” dedi ve adını söyledi. Ben yine refleks olarak kendimi tanıttım. Fabrikaya vardım, resepsiyona girdim, beni karşılayan bayan “Hoş geldiniz, ben Xxx” dedi. Velhasıl iletişim kurduğunuz herkes size adını söylüyor. Sürekli göreceğiniz kişinin adını söylemesi normal de bazen sadece 5 dakika birlikte yolculuk yapacağın birinin adını söylemesi o kadar da gerekli durmuyor. Gereksiz de diyemem ama bunun istisnasız uygulanması dikkat çekici. Bu isim söyleme hadisesinin bir nedeni, bir tarihçesi olmalı. Bir de yukarıda bahsettiğim gibi birisi size ismini söyleyerek tanıştığında siz de refleks olarak elini sıkıp kendi adınızı söylüyorsunuz. Adamların adı George, Patrick, Rose olunca siz kolayca anlıyorsunuz. Ama onlar Kamil’i o kadar kolay anlamıyor. Tekrar etmeye kalkıyor ve çok alakasız bir şey söylüyor. Dayanamıyorum düzeltiyorum. Kemik, Kemil, Kamil diye uğraşıyoruz, hem de boş yere. 2. günde artık karar aldım. Ya kendi adımı Bob yapacaktım ya da hiç söylemeyecektim. Ben ikinciyi seçtim ve “Ben Steve” dediğinde birisi, “Merhaba Steve, nasılsın?” diyerek devam ettim konuşmaya.
Dil
Kenya’da birçok etnik grup olduğundan bahsetmiştim ki gittiğim yerler arasında ilk kez bu gruplar kendilerini kabile olarak adlandırıyor. Bu kadar çok kabile olunca birçok ta farklı dil oluyor. Kenya’da 42 tane yerel dil varmış. Ve bana anlatan ev sahibimin söylediğine göre bu 42 dil tamamen birbirinden farklı, neredeyse hiç ortak kelime içermeyen dillermiş. Bu kadar dilin dışında iki tane resmi dil var. Biri Svahili diğeri de İngilizce. Genelde herkes bu iki resmi dil dışında kendi etnik dilini de biliyor. Yani her Kenyalı 3 dil konuşabiliyor diyebiliriz. Ev sahibim, çocukluğu farklı bölgelerde geçtiği için 5 tane dil öğrenmiş. Ve kendi yerel dilini çalıştığımız fabrikada ondan başka konuşan yokmuş. Yine XXX kişisinin dilini ondan başka bilen yok fabrikada diye örnekler verdi.
Toplumun tamamı İngilizce konuşuyor deseler de aksan yüzünden bir kısmın konuştuğu İngilizce yine sadece Kenyalılar tarafından anlaşılıyor diye düşünüyordum ki hemşerisi ile garip bir İngilizce ile konuşan kişi dönüp benimle konuşurken daha farklı aksanla İngilizce konuşuyor. Yani bir Kenyalının Kenyalı ile konuştuğu İngilizce var. Bir de Kenyalının yabancı ile konuştuğu İngilizce var.
Svahili ise içinde Arapçadan çok fazla kelime almış ve Doğu Afrika sahilindeki ülkelerde konuşulan ortak bir dilmiş. Facebook’taki bir takipçimden öğrendiğime göre zaten ‘Svahili’ Arapça’da sahilin kelimesinin çoğuluymuş. Svahili hakkında dikkatimi çeken bir şey de hiçbir yerde yazılı formunu görmemiş olmam. İlk gün sabah otelden çıktım. Meraklı gözlerle etrafa bakıyorum. Tüm ilanlar, yazılar, tabelalar, açıklamalar İngilizce. Küçük dükkanlara, barakalara, büfe benzeri yerlere baktım. En ufak yazı bile İngilizce. Bunu ev sahibime söyleyince şaşırdı. “Olur mu canım her şey iki dilde yazılır bizde” dedi ve elindeki menüyü aldı bak dedi. Baktım. Hepsi İngilizce. O da baktı, ve şaşırdı. “Burası sayılmaz” dedi. Dışarı çıktık. 15 dakika boyunca bana gösterecek Svahili bir yazı aradı ama bulamadı kendisi de. En son “Havaalanında yazılar iki dilde de yazılı” dedi ama dönüş yolunda dikkat etmeyi unuttum. Sonuçta 8 gün boyunca yazılı formda Svahili bir şey göremedim ülkede.
Yemek ve İçecekler
Diğer ülkelerde içecekler diye bir başlık olmazdı. Kenya için olmasının bir sebebi var. Kenya iklimi nedeniyle ciddi anlamda çay ve kahve üretiyor. Ürettiği çay ve kahve de gerçekten yüksek kalitede. Ben pek çay insanı olmadığım için denemelerimde öyle süper çaylar içtiğimi söyleyemeyeceğim. Normal çaydı işte. Ama kahveleri gerçekten güzeldi. Ama çok mu güzeldi, hiç tatmadığın kahveler miydi diye sorarsanız, yo değildi. 🙂 Adamların en meşhur iki ihraç ürününü bir paragrafta yerin dibine kadar sokmuş hissettim ama böyle söylememin sebepleri var.
Bir kere madem çayın meşhur, etrafta çay yapan özel mekanların olmalı değil mi? Otelde de, fabrikada da sallama Lipton çay ikram ediyorsunuz. Bir restoranda özel olarak sipariş ettim demlenmiş yerel çay da, ancak öyle deneyebildim.
Kahve de durum daha farklı. Ülkede Java House adında yaygın bir kahve zinciri var. Yerel çekirdekleri güzelce demliyorlar da hakkıyla tadabiliyorsunuz. Fırsat buldukça farklı çekirdekleri denedim. Kahveler gerçekten güzel. Hiç kötü kahve içmedim. Ama öyle süper, çok farklı, olağanüstü, unutamadığım kahveler içmedim. Starbucks Kenya’ya girememiş ama oradaki en güzel çekirdekleri burada Kenya Origin kahve olarak satıyorlar. Belki o nedenle çok şaşırmadım.
Alkollü içecek olarak benim gözlemim en popüler içkinin bira olduğu yönünde. Özellikle de Tusker denilen bir marka tüketiliyor. Yerel bir markaymış ve üzerinde bir fil kafası var. Hikayesi de ilginçmiş. ‘Tusk’ fildişi demek malum. Bu biranın eskiden adı başka bir şeymiş, ta ki markanın sahibi amca bir filin gazabına uğrayıp hayatını o dişlerin arasında verinceye kadar. Sahibi ölünce biranın adı da onun ölümüne atfen Tusker olmuş. Allahtan amca salgın sırasında kanlı ishale yakalanıp ölmemiş. İçilmezdi o zaman o bira.
İlk dışarı çıktığımızda ev sahibim bira söyledi. Ben de aynısından istedim. Garson sordu soğuk mu olsun diye. Çok saçma gelen bu soruya “tabi ki” diye cevap vermiştim. Birkaç gün sonra bu sefer başka bir garson “Biranız soğuk mu olsun ılık mı?” diye sorunca bu sorunun bir anlamı olduğunu fark etim. Soğuk diye cevap verdim. Haftasonu gittiğimiz mekanda yerel arkadaşım sıcak bira alınca sordum. Kenyalılar genelde soğuk içecek sevmiyorlarmış, alışık değillermiş. Yeni nesil daha çok içebiliyor ama yaşlılar soğuk şeyler içmezler diye anlattı. O nedenle bize göre soğuk olması gereken bazı şeyler bile oda sıcaklığında içilebiliyor burada. Bu arada Tusker öyle ale falan da değil. Bildiğiniz lager bira. Yani sıcak içmek gerçekten eziyet olmalı.
Dışarıda yediğim tüm restoranlarda yemekten önce bir garson tepside sıcak, ıslak havlu ikram ediyordu. Elini o üzerinde buharı tüten havlulara silmeden yemeğe başlamıyorsunuz.
Yemek olayına gelince yine maalesef diyeceğim bir durum vardı. Bir gece dışında yerel yemek yiyemedim. Yabancıların gidebileceği ya da gitmek isteyeceği restoranların tamamı uluslararası mutfak sunuyordu. Az olmayan sayıda da Etiyopya restoranı var. Avrupa’da da Etiyopya mutfağını sık görmeye başladım. Herhalde yerel yemeğe en yakın seçenekler bu Etiyopya restoranları olabilir. Gerçi fabrikada her öğlen bir şeyler yedim ama ne kadar yerel bilemiyorum. Arap tarzında pilav, tavuk, et yemekleri vardı her gün. Yani Kenya’ya özgü bir şey yediğimi düşünmüyorum. Bir gün de muzla yapılmış salçalı bir yemek çıkarttılar. İlginç ama çok da güzel bir yemek değildi. Fabrikada çıkan tabldotlarda ne kadar o yerel yemeğin hakkını verebileceklerini siz de tahmin edersiniz.
Gelelim gittiğim tek yerel restorana. İlk gittiğim günden beri sürekli adını duyduğum bir yerdi. 3-4 kere henüz oraya gidip gitmediğimi sordular. Gelen herkes mutlaka gidiyor sanırım. Yine tüm yerel insanlar Orta Afrika’nın en iyi ve en meşhur restoranı olduğunu söyleyip durdu. Ben de iyiden iyiye merak etmeye başlamıştım. Kenya’da ‘Game Hayvanı’ satmaya lisansı olan tek restoranmış aynı zamanda. Zaten ilgi çekici olan kısım da bu. Restoran da timsah, gergedan, zebra, zürafa gibi farklı hayvanlar sunuyor. Güzel ve şık bir atmosferde ortada duran kocaman bir çukur etrafında farklı şişlerde pişen etleri şişleriyle birlikte masa masa dolaştırıyorlar. Masalar arasında gezinen garip şapkalı abiler “Timsah, timsah var, timsah var…” diyerek dolanıyor. Elini kaldırınca gelip tabağına bir parça bırakıyor.
Takip edenler biliyor, fırsat buldukça egzotik hayvanların tadına bakıyorum. Burada sunulanlardan zebra ve timsahı daha önce başka yerlerde yemiştim. Ama gergedan ve zürafa ile tanışma şansım olmamıştı. Tabi burada fırsatı bulunca kaçırmadım ve bu arkadaşları da menüme ekledim. Bu değişik hayvanları yedikçe Facebook’ta paylaşıyorum ve hemen her seferinde aynı doğal soru geliyor. “Tadı nasıldı?”
Şimdiye kadar yediğim hemen her egzotik hayvan bir şefin elinde özel soslarla pişirilmiş, bir yemek haline gelmişti. O nedenle hayvanın tadı ile içinde olduğu yemeğin tadını ayırmakta zorlanıyordum. İlk kez burada hiç sos veya özel bir teknik olmadan ateşte pişmiş halde yiyebildim arkadaşları.
Hazır blogda bu konuya değinmişken tatlarını da yazayım da ilerde gelecek sorulara bu kısmın linkini verip kurtulurum.
Balina: Az soslu bir yemek olarak gelmişti. Biftek gibi yapılmıştı. Kesinlikle balık eti veya beyaz et gibi bir şey beklemeyin. Kırmızı ete çok daha yakın. Zaten memeli bir hayvan. Ne olmasını bekler ki insan.
Kanguru: Kırmızı et gibiydi dokusu. Soslu yemek olarak yedim. Yahni gibi, güveç gibi bir halde geldi. Kendine özel bir tadı olduğunu düşünmüyorum etinin. Sıkı ve yağsız bir etti. Sonradan öğrendim ki Aborjin yerlileri en çok kuyruğunu seviyormuş. Ama benim yediğim kesinlikle kuyruk değildi.
Antilop: Soslu bir yemek olarak geldi. Ette hafif bir ekşimsi tat vardı.
At: At olmasını bilmenin verdiği gariplik dışında bir fark görmedim. Biraz sertti ama bariz pişiren kişi ile ilgili bir sertlikti.
Timsah: İlk yediğim sefer soslu bir yemekti. Burada yediğim şişte geldi. Beyaz bir et. Yumuşak. Baharatlı. Tavuğa daha yakın. Her parçada sinir gibi bir lif vardı. Orasını dişim kesmedi pek. Ama geri kalanı yumuşak ve yenilesi.
Zebra: İlk yediğim biftek gibi yapılmış ama sonra üzerine sos dökülmüştü. Dün yediğim, direkt but kısmını ateşte çevirerek pişirilmişti. Kırmızı et gibi. İneğin but kısmının ızgara yapılmış (ki pek yapılmaz) halinin tadı ile aynı gibi. Pek lezzetli değil.
Devekuşu: Bunu da ilk kez Kenya’da yedim. Köfte yapmışlar. Farkı nedir söyleyemeyeceğim. Ama hiç beyaz ete benzemiyordu, hem renk, hem tat olarak.
Zürafa: Bu yumuşaktı ve hafif ekşilik vardı. Bildiğin kırmızı et. Bu arada tüm bu hayvanlar içinde sadece zürafa ve antilop helal et kategorisine giriyor. O da uygun koşullar altında kesildi ise. Balina dahil hepsi dinen caiz değil. Günahı boynuma artık.
Gergedan: Sert değildi. Ve hafif ekşilik vardı.
Vatoz: Dokusu ilginç. Lif lif. Acılı bir sosla pişmişti. Ama cidden lezzetliydi. Tüm yediğim egzotik hayvanlar içinde en lezzetli bulduğum arkadaştır kendisi.
Ayı: Sucuk gibi bir şey yapmışlardı. Ama öyle kurutulmuş değildi. İçindeki baharatlardan dolayı etin tadı hakkında yorum yapmam zor.
Salyangoz: Etinin ne kadar tadı var bilmiyorum ama sosu süper lezzetliydi. O sosu neye koyarsan afiyetle yenilecek bir şeye dönüşecektir.
Hadi isterseniz esas konuya girelim artık…
Safari ve Doğal Yaşam
Kabul etmek lazım, eğer Kenya’ya benim gibi iş nedeni ile gitmiyorsanız çok çok büyük ihtimalle safari yapmak için gidiyorsunuzdur. Çünkü Orta Afrika’daki hemen hemen tüm safari turları Nairobi’den başlıyor. Safariniz Kenya’da geçmeyecekse bile turlar buradan başlıyor çünkü havayoluyla ulaşım için Nairobi bir hub görevi üstlenmiş bölgede. Safariye ilgi duyan insanlar genelde Avrupalı veya Amerikalılar. Oralardan da Tanzanya’ya, Uganda’ya bulunacak uçuş sayısı ile Nairobi’ye olan uçuş sayısı arasında ciddi fark var. Safari buranın en temel turist aktivitesi. Biraz da Mombasa’da denize girebileceğiniz resortlar, tatil köyleri var ama Türkiye’den birinin sadece denize girmek için Kenya’ya gidiyor olması bana çok mantıklı görünmüyor.
Açıkçası ben de şu safari olayını pek istemiştim bu sefer. İlk planım Ağustos sonu, Eylül başı Kenya’ya gidip işimin sonuna 4-5 gün ekleyip daha adamakıllı bir deneyim yaşamaktı. Seyahatim Ekim’e kalınca zaman problemlerim oldu. 2 günle sınırlamak zorunda kaldım. Kaldı ki yaptığım şey tam anlamıyla bir safari de değildi.
Zamanım değilse bile niyetim tam olunca bayağı bir araştırdım konuyu. İşte ilgilenenlere temel bilgiler…
İnternetten birçok yerel tur şirketi buluyorsunuz. Önceleri şöyle düzgün bir şirket olsun diyor insan. Size yaşatacakları deneyimleri anlattıkları pek güzel hazırlanmış broşürleri inceliyorsunuz. Adamlar her detayı düşünmüş, süper planlamış diyorsunuz. Rüya gibi görünüyor her şey. Sonra yazışmaya başlıyorsunuz bu şirketlerle. Fiyatları öğrendiğiniz an ise rüya bitiyor. Fiyatları söylemeden süreden ve plandan da bahsedeyim ki neye ne kadar fiyat istediler daha iyi anlayın.

Siyah Gergedan. Bir de Beyazları Varmış Bu Arkadaşların.
En yaygın, hemen her şirketin ilk önerdiği safari süresi 12 gün. Aslanların yoğun olduğu bölge ile gorillerin yaşadığı bölge başka, zebraların koşturduğu ve bufaloların tepindiği alanlar ise bambaşka olduğu için tek bir yere gidip her şeyi göremiyorsunuz. O nedenle sürekli bir yer değiştirme hadisesi var. Bu yer değiştirmeler yol üzerinde görülecek bir şey varsa ciplerle, yoksa veya yol 5 saatten uzunsa uçaklarla oluyor. Güzel planlanmış 12 gün süresince 3 ülkede, 5-6 tane doğal milli park alanında farklı hayvanlarla takılıyorsunuz. Bu sürede genelde bu doğal parklar içindeki ‘lodge’ denilen otantik ahşap villamsı evlerde ya da çadır kamplarında kalıyorsunuz. Çadır dediğime de bakmayın. Bizim şehirdeki evlerimizden daha lüks çadır kamplar yapmış adamlar.

Türler Arası Dostluk
Program da sabahları erken saatte çıkılan 4 saatlik bir ‘Game Drive’, daha sonra yol üstünde seyyar bir alanda size hazırlanmış brunch, öğlen konakladığınız mekanda dinlenme, akşamüstü 4 saatlik bir ‘Game Drive’ daha, sonra gece evde yemek şeklinde.
Game Drive dedikleri de cipin içinde gezerek yapılan hayvan ve doğa gözlemleri. Yani kafamızdaki safari kavramının buralardaki adı ‘Game Drive’. İzlenen hayvanlara da ‘Game Animal (Hayvanı)’ diyorlar. Safari pek kullanılmıyor çünkü ‘safari’ Svahili dilinde yolculuk demek. Ki bu kelime de Arapçadan alınmış. Tahmin edeceğiniz gibi kelimenin kökeni ‘seferi’ den geliyor. Yerli dilinde iki şehir arasında yapacağınız otobüs yolculuğuna bile safari diyorlar.
Eskiden, yani 1950’lerden önce bizim safari dediğimiz etkinlik aslında bir av gezisiymiş. Gelen batılılar (ya da burası için kuzeyliler de diyebiliriz) bu ‘Game hayvanlarını’ avlamak için gelirlermiş. ‘Game Hunting’ demiyormuş. Av yasaklanınca olayın adı da ‘Game Drive’ olmuş.
Konumuza dönelim; genelde turların yapısı böyle. Ben 4-5 gün kalmayı düşündüğüm için daha kısa bir plan istedim. Bu arada 12 günlük paket bozulup 4 güne indi diye masrafların veya fiyatın arttığını da sanmayın. Bu turlar gayet esnek. O 12 günlük turun tamamını aynı insanlarla yapmıyorsunuz zaten. Bir bölgede 2 gün kalınacaksa 2 gün için bir grup oluşturuluyor. Grup beraber geziyor. Bir sonraki bölgeye gidildiğinde başka bir grup oluşturuluyor.
Ben de bu şekilde 2 farklı yerde toplam 4 gün geçirmek istedim. Gelen fiyatlar sarsıcıydı. Nairobi’den karşılamalı ve havaalanında bırakmalı (yani ülkeye olan yolculuğunuz dahil değil) 4 günlük turun kişi başı fiyatı 6000 Amerikan dolarıydı. Bu fiyata sizi karşılamaları ve bırakmaları arasında geçen süredeki her şey dahil. Bir bahşişler size bırakılmış. Ve bu fiyat eğer iki kişi olursanız çarpı 2 oluyor. Yani oda fiyatı gibi bir şey de değil. İki kişi, 4 günde, yol masrafları hariç, şu anki kur değeri ile 27 bin TL’ye nerelerde tatil yapabileceğinizi bir düşünün.
Fiyatı görünce dönüp o rüya gibi fotoğraflara tekrar baktım. Fotoğraftaki herkes 60 yaş ve üstü, beyaz tenli, beyaz saçlı, emekli olmuş, ultra zengin Amerikalı, Avrupalı amcalar ve teyzelerdi. Sonra o park içinde kurulmuş seyyar brunch masasına baktım. Masada yok yok. Kafasında safari şapkasıyla mutlu mutlu gülümseyen Amerikalı dede ve pamuk saçlı eşinin bir elinde şampanya diğer elinde havyarlı kanepeler.

Wildebeest
Yani özetle safari turları genelde bu tip insanları hedefliyor. Görüştüğüm firmaların hemen hepsinden benzer fiyatlar gelince arama şeklimi değiştirdim. Fiyatlarını web sitelerinde yazan firmalara bakmaya başladım. Bu seferde gelen fiyatlar çok ucuz olmaya başladı. İnsan da kıllanıyor tabi. 4 güne 800 dolar isteyen firmanın sizi nasıl gezdireceğini düşünüyorsunuz. Günde 200 dolara 3 öğün yemek, konaklama, 8 saat cip gezisi… Çok şüpheli…
Gitmeden içime sinen ve aynı zamanda aklıma yatan bir firma bulamadım. Ama gidip şehirde bir hafta geçirince mantıklı birçok seçenek olduğunu görüyorsunuz. Bir dahaki gidişimde artık mantıklı bir tur yapabilecek deneyim ve bilgi ile döndüm diyebilirim. Yine de şunu aklınızda tutun, doğası gereği safari pahalı bir aktivite. Avrupa’da aynı süredeki bir tatilin en az 3 katı maliyet çıkacaktır.

En Asabi ve Tehlikeli Hayvan, Bufalo
Durum böyle olunca firmalarda rekabet içinde. Ben de ilk kez kendi başıma ve serbest olarak değil, profesyonel rehberle dolaşacağım için firma seçmeden biraz yorum okumak istedim. Safari yapmış bir sürü insanın blogunu okudum. Tüm bloglarda istisnasız ortak olan bir olay var.
Tüm safari yapan arkadaşların başına gelen olay şu…
“Bir gün rehberimiz o günkü planın aksine XXXXX bölgesine gitmek yerine YYYYY bölgesine gitme kararı aldı. Ama bizim dışımızdaki tüm turlar XXXXX’e gidiyordu. Biz YYYYY’ye geldik, önceleri etrafta hiçbir şey yoktu. Ama sonra bir anda tüm hayvanlar oraya su içmeye/çiftleşmeye/hede höde yapmaya geldi. Bu kadar hayvan aynı anda asla birlikte gezmezmiş/böyle su içmezmiş/böyle zıplamazmış, çok nadir olan bir olayı tesadüfen yakalamış olduk. Ve bizden başka hiçbir safari turu yoktu orada. Biz çok şanslıydık ve rehberimiz kesin o bölgenin en iyi rehberiydi.”
Kelimeler, XXXXX ve YYYYY adları veya hayvanların yaptığı o çok nadir görülen etkinlik değişiyor ama bu paragraf her blogda kesin var. Eee, herkesin başına böylesine nadir olan bir şey geliyorsa buna nadir yaşanan bir olay demek imkansız. Ama gezgin arkadaşlarımız buna inanmışlar.
Çok belli ki rehberlerin tezgahı bu. Heyecan olsun diye sözde o gün plan değişiyor, yine sözde diğer turların programından farklı bir şey yapıyorlar ve bingooooo. Hiç kimsenin görmediği çoooook nadir bir şey görüyorlar. Hepsi rehberin marifeti oluyor…
O rehber her tura aynı numarayı çekmiyorsa ne olayım. Benim gezimde bile rehber bir yerde 25 kadar zürafanın topluca önümüzden geçişi sırasında benzer bir cümle kurdu. “Normalde zebralar bu kadar kalabalık dolaşmazlar, ben ilk kez görüyorum, sen de çok şanslısın böyle bir şey gördüğün için.” dediğinde, içimden “Hııı, hııı tabii” dedim.
Biraz da kendi deneyimimden bahsedeyim. Bazı aksaklıklar ve son dakika gelişmeleri yüzünden, gerçek anlamda son dakikada özel bir tur ayarlayarak kendini affettirmek istedi müşterim. Bu nedenle 6 kişilik cipte tek başıma, özel, 4 saatlik bir game drive yaptım.

Hamile Bir Zürafa
Öncelikle araçtan bahsedeyim. Uzunluk olarak bizdeki minibüslerin boyunda ama yüksekliği normal bir cip kadar. Böyle olunca ince uzun, Hummer’a benzeyen bir araç gibi dursa da Hummer değildi. İçi çelik barlarla güçlendirilmiş gerçekten arazi için üretilmiş bir araçtı. Camların yanlarına birer tane koltuk koymuşlar. Normalde 14 kişi alacak olan araç 6 kişilik olmuş. Malum kimse orta koltukta oturarak dışarıyı görmek istemez. Koltuklar böyle yerleştirilince de aracın ortası boş kalmış. Milli park alanına girdiğinizde de durup aracın tavanındaki bir kısmı açıp yükseltti. Böylece tavan olduğu yerden 1 metre kadar havaya kalkıp güneşlik yapan bir tenteye dönüştü, ben de ortadaki koltuksuz alanda ayağa kalkıp bu boşluktan yarı bedenimi dışarı çıkardım. Şoför amca ve yanındaki koltuk ise parmaklıklarla arka bölmeden ayrılmış.
Aracın tipi böyle olunca insana güven veriyor ama meğer en az güven kadar başka bir şeye ihtiyacım varmış, konfora. Otelden beni aldı araç, oturdum cam kenarına, normal şehir yollarında gidiyoruz. Ama arada hafif hafif hopluyorum. Çok sorun etmedim. Sonra doğal yaşam alanına gireceğiz diye yoldan çıktık. Araba beni sağa sola savurmaya başladı. Nasıl bir yolda gidiyoruz diye merak edip yola baktım. Toprak, çok çok hafifte taşlı bir yol, ama düze yakın bir yüzey var. Bizdeki yürüyüş için taşla kaplanmış, Arnavut kaldırımından hallice bir yol diye tarif edeyim. Yani çok abuk bir yol değil. Ama ben raket üzerindeki pinpon topu gibi sekiyorum koltuğumda. Anladım ki bu içinde bulunduğum araç gerçek bir arazi aracı, şehirde kullandığımız ciplerden değil. Amortisör falan başka bir düzende ayarlanmış. Yoldaki fındık kadar bir tümseği kaburgalarınızda hissediyorsunuz.
Park alanına girince ayağa kalktım da o sallanmaları biraz tolere edebildim. Ama bazı yerlerde o araç, iki elimle yanlara tüm gücüyle tutunmuş beni, öyle bir savuruyordu ki aynı saniye içinde o ortadaki havuzluğun önce sağına, sonra soluna, sonra tekrar sağına çarpıyordum. Arada daha düzgün alanlarda ellerimi bırakıp fotoğraf makinemi elime almaya çalıştım. Tabi bu sallantıda fotoğraf çekmek imkansıza yakın bir şey diye düşünüyor insan. Gerçekten de zor ama yolculuğun ikinci yarısında bazı teknikler geliştirdim kendimce. Önce sallantının periyodunu öğrenip kendinizi bırakıyorsunuz. Dalgaların üzerinde yüzen bir yaprak gibi sağa sola sallanıyorsunuz. Sonra fotoğrafını çekeceğiniz hayvanı gözünüze kestirince makineyi arkadaşa doğrultuyorsunuz. Gözünüzle gördüğünüz şey, ortada bir hayvan ve o hayvanın çevresinde bir sağa bir sola doğru giden objektifin odak noktası oluyor. O sallantıyı çözünce çekim aşamasına geçiyor, önce odak noktası en sola gelince parmağınızı deklanşöre koyuyor ve hazır oluyorsunuz. Odak noktası tam hayvanın üzerine gelince deklanşöre yarım basıp nesneye odaklanıyorsunuz ve parmağınızı bırakmıyorsunuz. Çünkü hareket sağa doğru devam ediyor. Odak noktası hayvanı geçiyor ve en sağa gelince duvara çarpıp yansımış gibi ters istikamette gitmeye başlıyor. İşte o sola gitmeye başlayınca bir daha hazır oluyorsunuz. Bu arada parmağınız hala deklanşöre yarım basıyor. Odak noktası tam hayvana tekrar gelince parmağınızı deklanşöre tam basıyorsunuz.
Zamanla böyle sallanırken bir salınımda odakla, diğer salınımda çek, bir salınımda odakla, diğer salınımda çek diye diye bayağı güzel kareler çıkardım. Sniper yetkinliklerim oldukça gelişti bu kısa yolculuk sırasında.
Bazen de çok hayvanın olduğu bir bölgeye geliyorsunuz ve o zaman şoföre durmasını söyleyip rahat rahat çekiyorsunuz arkadaşları.

Thomson’s Gazelle
Bu sürüş tahmin edemeyeceğiniz kadar yorucuydu. 4 saat boyunca kafanızı gözünüzü patlatmadan, düşmeden, ayakta durmak için ciddi çaba sarf ediyorsunuz. Ben otele dönünce kendimi yatağa attım ve günün geri kalanında pek kalkamadım. O derece yorulmuşum. Belki daha ‘şehir cip’ ine benzeyen bir araçla gezilse (ki böyle araçlar da gördüm) daha rahat bir gezi olabilirdi. Ama o zaman da ayağa kalkamazsınız.
Bu doğal yaşam alanları gerçekten doğalmış. İstisnai durumlar haricinde insan müdahalesi yok, ne ortama ne de hayvanlara. Öyle aslanlara rezerve edilmiş, zürafalara ayrılmış bir bölge de yok. Kim nerede isterse orada geziyor. Zaten çok çok geniş bir alan. Biz 4 saatte onda birini ancak dolaştık. Ki bu milli park orta büyüklükte bir alandı. Masai Mara, Serengeti (ki biraz daha güneyimizde kalıyordu) alanlar çok çok daha büyükler.
Bu serbestlik içinde kim ne isterse veya kimi isterse onu yiyor. Belirli bir doğal denge kurulmuş. Besin zincirinin en tepesinde ise malumunuz aslanlar var. Yapılan insan müdahalesi ise ancak eğer bir tür dengeyi bozacak kadar artıyorsa (ki çok çok nadirmiş) o türün bazılarını yakalayıp başka bir park alanında serbest bırakıyorlarmış.
Açıkçası ne kadar hayvan göreceğimizi pek kestiremiyordum. Ama daha 3. dakikadan itibaren beklentimi değiştirdim. Etraf gerçekten hayvan dolu. Toplamda 1000’e yakın Zebrayı, 3-4 bin tane geyik türevini bu 4 saat içinde gördüm.
Geyik türevi dedim çünkü aslında 20 kadar farklı tür bunlar. Şoför her hayvanın ne olduğunu size tek tek anlatıyor; bu hertebeest, bu wildebeest, bu gazel, bu impala, bu thomson, bu eland, bu waterbuck…. Ama hepsi geyiğimsi hayvanlar. Tipleri, boyları, renkleri farklı farklı, yani birbirlerine o kadar da benzemiyorlar ama akraba oldukları belli.

Hartebeest

Hartebeest
Şoförün ve daha sonra anlatacak olduğum göldeki kanocu abinin ortak bir davranışı da bir hayvanı gösterip adını söylerken adını 10 kere tekrar etmesiydi. Mesela, gösteriyor bir geyiğimsiyi ve şöyle diyor. “That’s a hartebeest, hartebeest, hartebeest, hartebeest, hartebeest, hartebeest…” Muhtemelen turistler ilk seferde anlamıyorlar. Aksan farklı. Zaten hareket halindesin. Adını ilk seferde anlamaman normal. Ama hayvanın türünün adını 10 kere tekrar edince ve bunu 50 kere yapınca ve hatta aynı hayvanın bir akrabasını 5 dakika sonra tekrar görünce aynı süreci bir daha yaşayınca hafiften gıcık oluyorsunuz. “Tamam anladım, geri zekalı değilim” demek geliyor içinizden. Sonralarda acaba benden “tamam, anladım” diye bir onay mı bekliyor, onaylayana kadar devam mı ediyor diye düşünüp ikinci tekrar da “OK” demeye başladım. O zaman tekrarı kesiyordu. Biraz daha tecrübelenince ben göstermeye başladım hayvanları “Bak şurada thompsonlar koşturuyor” diye gösterdim. Sonra bir daha “thomson, thomson, thomson, thomson, thomson, …” demedi. Ama waterbuckları görünce “Waterbuck, waterbuck, waterbuck, …” diye sayıklamaya devam etti.

Eland Veya Taurotragus da Diyebilirsiniz
İlk saatin sonunda adamın sürekli gördüğü hayvanları tanıtıp bana cahil muamelesi yapmış olması biraz kanıma dokunmuş olacak ki uzakta bir yerde bizim gibi dolaşan bir cip gördüm. Baktım BMW. Komiklik olsun diye adama “Bak şu da BMW, BMW, BMW” dedim. Bekliyorum ki adam da gülsün. Anlamadı. Anlamadığı gibi ondan sonra gördüğümüz cipleri de göstermeye başladı. Ama kesinlikle komiklik olsun diye değil. Aynı şeyi bir gün önce gölde kano ile gezerken de yapmıştım. Kanocu 50 tane farklı kuşu tek tek tanıtmıştı. Tam o sırada suyun içinde kuşların arasında bir tane balık tutan adam gördüm. Ben de dönüp kanocuya adamı gösterdim ve “Homo Sapiens” dedim. Bekledim ki gülsün. Boş boş bana baktı. Mizah anlayışımız pek uyuşmuyor bu arkadaşlarla sanki.

Boynuzu Çıkmamış Bir Thomson
Etrafta ciddi anlamda çok hayvan var. Geyiğimsiler ana tür olmakla birlikte yine birçok devekuşu mevcut, zürafalardan 100 kadarına denk gelmişimdir. 3-5 hipopotam ve timsah, biraz gergedan, bolca da kuş vardı.
Safari aleminde ‘Big Five (Büyük Beşli)’ diye de bir kavram var. Eski zamanlardan gelen bu terim kıtanın en büyük cüsseli değil ama avlanması en zor ve dolayısı ile en tehlikeli 5 hayvanını tanımlıyor. Bu beşli doğal olarak en çok insan öldüren hayvanmış. Bunlar aslan, fil, gergedan, bufalo ve leopar. Tahmin edebileceğiniz gibi bu game drivelar da aslında geyik, zebra görmek için yapılmıyor. Herkes bu büyük beşlinin peşinde. Bu beş kafadarın içinde de en popüler olanı açık ara aslanlar. Herkes aslan arıyor.

İmpala Sürüsü
Aslanlar 7-8 günde bir kere beslenip sonra sadece su içmek için ortaya çıkar geri kalan zamanda dinlenirmiş. Dinlenirken de saklanırlarmış. Şoför saklanmada tüm kedigillerin bir numara olduğunu söyledi. Özellikle çalılık alanlarda bir anda ortadan yok olabilirler diye anlattı.
Bu arada telsizden sürekli başka turlar “Aslan gören var mı? Aslanlar nerede bilen var mı?” diye sorup duruyorlar. Yolda da başka bir ciple karşılaşınca önce yavaşlanıyor sonra şoför camları iniyor. “Aslanlardan haber var mı?” diye soruluyor ve yola devam ediliyor.
Bir de fark ettiğim şöyle bir durum var. Safari yapan hemen herkesin beklentisi sadece aslan görmek değil. Aslanın bir hayvanı yediğini görmek istiyorlar. Orada “Ayyy ne güzel bir impalaaaaaa, ne kadar sevimliiiii” diye izlediği hayvana arkadaki çalılardan çıkıveren bir aslanın atlaması ve yemesi en istenen, en beklenen olay.

Boynuzu Kırılmış Bir Gazi
Ne yalan söyleyeyim ben de aynı şeyi istedim. Şöyle bir beslenme anına denk gelsek, ben de yakında süper fotoğraflarını çeksem ne güzel olur dedim mi? Evet dedim. Ama orada bir şekilde, zaten buranın doğal ortam olduğu, bu beslenmenin hemen her gün gerçekleştiği hissi geliyor. Olayı vahşice algılamıyorsunuz, kaldı ki vahşice de değil. Bu hayvanlar böyle besleniyor. Müdahale etmediğiniz sürece izlemeniz normal.
Müdahale konusunda ise çok katılar. O aslan bir insana saldırsa bile karışmıyorlar. Çünkü bu durumda suçlu kesinlikle aslan değil insan. Orada olmaman lazım. En azından arabadan inmemiş olman lazım.

Bir Hartebeest Daha
Zaten bu hayvanlar bir sebep yokken insana da saldırmıyorlarmış. Aç değilken hiçbir hayvana saldırmayan bu etik arkadaşlar, açken de insanı tercih etmiyormuş. Zaten etrafta sebil denecek miktarda hayvan var, ne gerek var insana diye düşünüyor olabilirler. Yani aslanlar insan sevmiyor. Ama sanmayın ki hiç olay olmamış. Bir sürü kötü sonla biten hikaye var. Hikaye dediğime de bakmayın, açın youtube’u aratıp izleyin. Hepsinin videoları var. Ama bakmadan uyarayım, hassas kişiler izlemesin.

Su İçecez Diye Nehire İnen Zebralar
Bu bölgelerdeki bir numaralı güvenlik kuralı şu; arabadan inmek YASAK. İnmeyeceksin arabadan işte. Bu kadar basit. Arabada duran insana kimse saldırmıyor (kaşınmadığı sürece… kaşınma halini de birazdan anlatacağım). Bir video izledim; iki tane araba durmuş ileride yerde yatan bir hayvancağızı yiyen 2-3 aslanı izliyorlar. Video ikinci arabadan çekiliyor. Görüntüde beslenen aslanlar ve ilk araba var. Derken ilk arabanın kapısı açılıyor, saf (ya da salak ta diyebiliriz) bir turist elinde fotoğraf makinesi ile iniyor. İki adım uzaklaşıyor araçtan. Bu sırada o arabanın içindeki kadın ve çocukları görüyorsunuz. Muhtemelen ailesi. Bu adam aslanları sessiz sessiz çekerken arkadan gelen bir aslan bu amcaya bir pençe koyuyor. Sonrası felaket. 2. dakika da aslanların bir tanesi adamın bacağını kopartıp götürüyordu diyeyim. Siz gerisini hayal edin. O aslanlar adamı bir güzel yediler. Bu sırada arabanın içindeki insanların ve muhtemelen ailesinin çığlıklarını tahmin edersiniz. Kornalara falan bastılar ama aslanlar hiç tınmadı. İçlerinden kimse de müdahale edemedi. Yaptıkları hatayı fark eden sürücüler de akıllanmış olacak ki doğru şeyi yapıp aslanların üzerine arabaları falan sürmediler. Eğer böyle bir şey yapsalar işte o zaman suç işlemiş olacaklar ve bir daha o parka girmeleri imkansız olacaktı.

Ama Sadece Su İçip Bırakmadılar. Bir Sürü Oyunlar, Eğlenceler… Zebra Olmak Varmış.
Yani ortam gerçekten doğal. Doğal olmayan tek şey biziz.
Araç içinde kaşınan arkadaşın hikayesi de şu. Filler, gergedanlar ve bufalolar çok tehlikeli durmuyor dediğimde anlattılar bu hikayeyi. Öncelikle bufalo aslında en tehlikeli hayvanmış. Muhtemelen en çok insan öldüren hayvan da kendisiymiş. Sivri boynuzlarını kendini kızdıran insanlara saplama konusunda pek hevesliymiş ve hemen her şeye çok çabuk sinirlenebilir dediler.
Gergedan ise çok ‘cool’ duruyor dediğimde “Evet en sakini o dur, kolay kızmaz ama bir gergedanı kızdırırsan sana neler yapacağını tahmin edemezsin” diye anlattılar. Boyu posu da yerinde ama görüntüsüne bakıp ne kadar güçlü olduğunu tahmin edemezsin, hayal edemeyeceğin kadar güçlüdür diye devam etti amca. Geçenlerde Nairobi’deki doğal yaşam alanında şöyle bir olay olmuş.
Yolun kıyısında sakin sakin duran bir gergedana yaklaşmış minibüs büyüklüğündeki kocaman cip. İçindeki saf turist te 1 metreden hayvancağızın fotoğraflarını çekiyormuş zevkle. Tabiri caizse hayvanın alnına dayamış objektifi makro fotoğraf tadında çekim yapıyor. Hayvan da bir şey yapmıyor. Umurunda değil muhtemelen. Ama turist işte. Kaşınıyor. Salak insan, gitmiş o anda flaş patlatmış. Gözünde flaş patlayan gergedan kafayı kaldırmışşşş ve sonra…..
Sonrasını adam şöyle anlattı. “Bir gergedanın ne kadar güçlü olduğunu işte böyle anlarda anlıyorsun. O hayvanın, o koca aracı ters çevirmesi sadece 5 saniye sürdü.”
Özetle akıllı olacaksınız. Misafir gibi davranacaksınız. Çünkü siz orada misafirsiniz. Patavatsızlık yaparsanız alıveriyorlar boyunuzun ölçüsünü.
Aynı akıllılığı ve dikkati aslanların menüsünde yer alan zebralar ve geyiğimsiler sürekli gösteriyor. Bunu açıkça görebiliyorsunuz. Mesela sürü olarak gezen bu hayvanlar beslenirken 3-4 tanesi köşelerde nöbet tutuyor. Nöbet tutma olayını görünce şaşırıyorsunuz hayvanın ciddiyetine. Bildiğin nöbet tutuyor hayvan. Kafa en yukarıda, sürekli sağa sola bakıyor ve asla yemek yemiyor. Nöbetçiler kesinlikle yemek yemezmiş. Yani “etraf temiz, yok aslan maslan, şuradan iki lokma çimen götüreyim” demiyor hayvan. Nöbeti bitince başkası yerine geçiyor, o da sürüye katılıp otluyor.
Aslan aradığımız bir ara biz de bu nöbetçilerden yardım aldık. Bir zebra grubu ortada otlanırken köşelerdeki nöbetçilerden bir tanesi hiç kıpırdamadan bir noktaya bakıyordu. Şoför buna dikkat edip, “şu zebra bir şeyden huylanmış, muhtemel bir yırtıcı olabilir, durup bekleyelim” dedi. Arabayı stop edip bekledik. O hayvan 5 dakika heykel gibi aynı noktaya baktı. Sonra yanına bir zebra daha geldi. 2 dakika da birlikte baktılar. Biz de dürbünle baktıkları yeri tarıyoruz. Derken birden geri dönüp normal nöbete devam ettiler. Yanlış alarmmış. Ortam da gerçekten çok güzel bir düzen var.
Arada boynuzu kırılmış hayvanlar da görüyorsunuz. Bunlar kendi aralarında yaptıkları kavgalar sonucu olmuş olabileceği gibi bir yırtıcı ile mücadeleden kalmış ta olabilirmiş. Bu hayvanların bir saldırı karşısında hayatta kalma şansı var mı diye sordum. Eğer sürü birlikte kalırsa ve tepki verirse bazen ufak yaralanmalarla kaçabiliyorlar diye anlattılar.

Doğal Su Birikintisi
İlginç bir nokta da aslında ortamın o kadar da doğal görünmemesi. Öncelikle park bölgesine girdik, göz alabildiğine düzlük. Neredeyse ufka kadar her şeyi görüyorum. Çorak arazi gibi. Yarım saat sonra (ki çok hızlı gitmiyoruz) ufak tepeler çıktı, neredeyse dağlık sayılacak bir alana geldik. Sonra koca koca çalılar olan çalılık alanda bulduk kendimizi. Daha sonra da koca koca ağaçlar ve orman gibi bölgeler çıktı karşımıza. Bu ormanlık alanı nasıl oldu da alana girdiğimizde göremediğimi bir türlü çözemedim. Ortamın yüzey şekli ve florası bu kadar hızlı ve kökten değişirken ara ara karşımıza su birikintileri çıktı. En az 10 tane, olimpik yüzme havuzu büyüklüğünde su birikintisi gördük. Ortam da ne bir dere var ne de su kaynağı. Neden orada bir gölet var, suyu nereden geliyor merak ettim. Kesin insanlar buraya su basıyordur dedim ama değilmiş. Su birikintileri de doğalmış. Hayvanlar bir sürü yerden su içebiliyor.

Bu yolun devamındaki tepeler ve ormanlar nerede?
Gelelim bir gün önceki göl deneyimime. Nairobi’nin 150 km kadar kuzeyinde kalan Nakuru’daki Naivasha gölünde kano ile gezinme şansım oldu. 1800 metre rakımdaki ve kenarları suyun üzerinde yüzen bir bitki örtüsüyle kaplı bu gölde bir çok hipopotam ve onlarca farklı kuş türü yaşıyor. Su seviyesi ise yıl içinde o kadar değişkenmiş ki bazen göl çekilip ortada kalırken bazen de yükselip etrafından oldukça büyük bir alanı yutuyormuş. Benim ziyaretim sırasında etraftaki binlerce ağaç gölün ortasında kalmıştı.
Akşamüzeri saatleri ve havanın da hafif kapalı olmasından dolayı farklı bir ışık vardı ortamda. Rüzgarın yokluğu ise gölü dümdüz yapmıştı. Bu güzel ışık ve durgun suda, ağaçların ve çalıların arasındaki kano yolculuğu inanılmaz güzellikteydi.
Buradaki gezi ise safari konseptinin cip yerine kano ile olan versiyonu gibi bir şey. Tabi cipin güvenliği kano da yok. Bunu da daha 5. dakikada karşılaştığımız hipopotam ailesi ile anladık. Kanocu abi hipopotamları görünce biraz uzaklaştı o noktadan. “Grupta yavru hipolar ve bir dişi var, eğer çok yaklaşırsak dişi yavrulara zarar vereceğimizi düşünüp kanoyu devirebilir” diye açıkladı endişesini. Ya da bizi biraz heyecanlandırıp geziyi daha unutulmaz kılmak için sahte bir tehlike uydurmuş olabilir. Rehberlere olan güvenimi kaybettim bir kere. 🙂
Hipolar haricinde 50’den fazla farklı kuş türünü çok yakından gözlemleme şansım oldu. Gözlemleme dediğim öyle dürbünle bakmak, uzaktan izlemek değil. Kol mesafesinden kuşa bakmak gibi düşünün. Buraların kuşları biraz garip. Kaçmıyorlar insandan. Gerçi aynı garipliği daha ilk gün sivrisineklerde fark ettim. Kocaman şişko bir sivrisinek önümde uçuyordu. Ama artık göbekten dolayı mı bilmem bizimkiler gibi çevik bir sinek değil. Elimle hamle yaptım kaçmadı. Olduğu yerde uçmaya devam etti. Sonra havadaki sineğe elimdeki telefonun arkası ile vurdum yere yapıştı. “Bu salak bir sinekti herhalde” dedim, üzerinde durmadım. Sonra baktım tüm sivriler bir garip. Cesaret mi, hımbıllık mı çözemedim. Hiç öyle bir yere konsun da üzerine vurayım diye beklemenize gerek yok. Havadayken sertçe bir darbe ile yere seriliyorlar. Tabi napmıyoruz? Kuşlara böyle davranmıyoruz. Dokunmaya da kalkmadım. Birbirimize bakarak geçtik gittik.

Homo Sapiens
Suyun içinden çıkan ağaçlar veya dal parçaları üzerinde duruyor tüm kuşlar ve siz de 1 metre yanlarından usul usul geçiyorsunuz. Arada bazı kuşlar gelip suya konuyor. Kimisi sudan kalkıyor. Kimisi suya paralel uçuyor. Ama bu 3 hareket te anlatması güç bir izlence sunuyor size. Mesela o suya paralel uçan büyük kuşların kanatları her aşağı indiğinde suya hafifçe dokunuyor ve o durgun suda dairesel dalgalar oluşuyor. Birbiri ile girişim yapan onlarca dalga. Zaten kuş ta bir garip, sanki ağır çekimde uçuyor.
Bu kuşlardan 10 kadarını ömrümde ilk kez gördüm. 15 kadarını da dünyanın farklı yerlerindeki hayvanat bahçelerinde görmüştüm. Ama doğal ortamlarında yine ilk kez birlikte oluk. İnanın bana aynı kuşun hayvanat bahçesinde size hissettirdiği ile burada verdiği his çok farklı. Kaldı ki hayvanat bahçesi veya kuş parkları da bizdekilerden çok farklı, neredeyse doğal ortam hissi veren yerlerdi. Ona rağmen bu fark acaba başka neler kaçırdık diye düşündürmedi değil.
Özetle pahalı mahalı, ama safari güzel bir aktivite. Buraya gelmeyi ve deneyimlenmeyi hakediyor.
Güvenlik
Gitmeden okuduğum tüm kaynaklarda bazı güvenlik önemlerinden bahsediliyordu. Özellikle geceleri şehir merkezindeki bazı ana caddelerden ayrılmama, arka sokaklara girmeme, kenar mahallelere hiç gitmeme gibi tavsiyelerde bulunulmuş. Açıkçası ben o kenar mahallelerde, gece geç saatlerde bayağıda yürüyüş yaptım. En ufak bir sorunla karşılaşmadığım gibi sorun olasılığını da hissetmedim. Kaldı ki onca insanın içinde beyaz tenimle ampul gibi parlıyorum. Tabi ki bu kimsenin sorun yaşamayacağı anlamına gelmez.
Ama durumun benim yaşadığım kadar süt liman olmadığı da belli. Havaalanında pek bir güvenlik yoktu ama otelde, evlerde ve özellikle alışveriş merkezlerinde abartılı bir güvenlik var.
Etraftaki hemen her ev, apartman, bina çok yüksek duvarlarla çevrilmiş. Bu duvarların üzeri ya elektrikli telle çevrilmiş ya da en azından uzun uzun cam kamalarla süslenmiş. Etraftaki her evin böyle olması ister istemez gözünüze takılıyor.
Otele giriş ise tam bir eziyet. Otelin bahçesine araba ile yaklaşırken birkaç kademeli güvenlikten geçiyorsunuz. Ön bölgeye alıp aracın altına, içine, her yere bakıyorlar. Sonra birisi camı indirip suratınıza fener tutuyor. Siz de gözünüz kamaşarak güvenlik görevlisine mal mal bakıyorsunuz. Sonra şoföre bir sürü şey sorup imza attırıyorlar. Ve bu arada, bunu yaptıkları araba otelin kendi arabası, dışarıdan gelen öylesine bir araç değil. Üzerinde otelin adı yazıyor, arabayı kullanan şoför otelin çalışanı. Güvenlik, şoföre bakıp “Aaa Muhittin Abi bu, açın kapıyı” demiyor. Arabadan inip otele girerken önce metal detektöründen geçiyorsunuz. Sonra çantanızı açıp havaalanı gibi arıyorlar. Her gün çantamın tüm gözlerini açıp baktılar ve hiç hoşuma gitmedi bu durum.
Alışveriş merkezlerinde ise güvenlik daha da sıkı. Çünkü 2013 Eylül’ünde 6-7 tane Somalili El-Şebap militanı, ülkenin en büyük alışveriş merkezini basıp insanları rehin almışlar. 3 gün süren kuşatma bir operasyonla sonuçlanmış. 69 kişi (bazı kaynaklarda sayı daha da yüksek) öldürülmüş. Kimi kaynaklar bunca insanı kurtarmaya giren güvenlik güçleri öldürdü diyor. Bazıları Somalililer öldürdü diyor. O kargaşada ne olduğu çok net değil belli ki. Sonuçta çok sayıda masum insan, çok da kötü şekilde öldürülmüş.
Bu olayın benim üzerimdeki etkisi birkaç sebeple normalden fazla oldu. Perşembe akşamı iş çıkışı şehir merkezine gideyim dedim. Saatte geç olmuştu, o nedenle sokakta gezmek yerine bir AVM’ye gideyim, çevresinde yemek yer sonra bir kahve içerim demiştim. Ama AVM nasıl bir yer kestiremedim. Fotoğraflarına bakayım içinde restoranlar, kafeler var mı dedim. Google’da AVM’nin adını ve ‘photos’ kelimelerini aratınca karşıma çıkan görüntüler sarsıcıydı. Bir de olay yerine gidince, kaldırımları, otoparkı görünce gözümün önüne tam orada yerde yatan kadınlar, çocuklar geldi hep.
Sonuçta Kenya beklentilerimin üzerinde güzelliklere sahip bir ülkeymiş. Çok fazla gezemedim, sadece bir kere ziyaret ettim. Bu nedenle çok fazla detayı gözlemleme şansım olamadı. Ama gelecekte tekrar gitmeyi planlıyorum. O zaman burayı güncellerim.
Fotoğrafların devamı ve açıklamaları için;
#1 by Sharaf Aliyeva on 12 Kasım 2014 - 01:41
Ellerine sağlık. Güzel kaleme almışsın. Safari benim de arzum, kismet olursa artık. Güzellik konusunda sana katılıyorum. Ama Afrikada bana göre Mavriler güzel. Bir de bakımlı Somaliler. Ama yine de sen benden daha çok gezdiğin için senin görüşlerine dsha çok güveniyorum
#2 by Kamil on 12 Kasım 2014 - 08:44
Teşekkür ederim 🙂
Selamlar
#3 by a tahir on 12 Kasım 2014 - 02:42
Siz yeterli bulmasanizda, guzel bir yazıydı. Cın yazısını da çok begenmıstım. Bır etobur olarak soru, bınbır cesıt et restoranında ortada kocaman acık bır ateş ve uzerınde cevırmesı yapılan hayvanlar mı vardı. Yıllar önce bır belgeselden hatırlıyorum. Nır amca buyuk bıcaklar ıle ınce et dılımlerı kesup servıs edıyordu ıstenılen hayvandan.
#4 by Kamil on 12 Kasım 2014 - 08:46
Merhaba,
Restoran konusunda; evet aynen öyleydi. Hatta yazıda bir fotoğrafı da var o ortadaki ateş etrafındaki etleri görebilirsiniz.
#5 by Fırat on 03 Şubat 2015 - 00:29
Hocam gerçekten o dediklerini yedin mi? 😀
#6 by Kamil on 03 Şubat 2015 - 00:36
Evet. 🙂
Ama hepsi Kenya’da değildi. Bu yazıda genel listeyi paylaştım. 🙂
#7 by cengizkrbckCengiz on 03 Nisan 2015 - 15:17
Bildiğin Kenya’da gezdim 🙂 Çok teşekkürler.
Bilgisayar müh. lazımsa gelebilirim, senede bir ülke yeter bana, çok şey istemiyorum 🙂
#8 by cengizkrbck on 03 Nisan 2015 - 15:18
Bildiğin Kenya’da gezdim 🙂 Çok teşekkürler.
Bilgisayar müh. lazımsa gelebilirim, senede bir ülke yeter bana, çok şey istemiyorum 🙂
#9 by Kamil on 08 Nisan 2015 - 10:17
🙂 Bilgisayar Mühendisi mi? Alayım CV yi.
#10 by Hafize Turkkan on 26 Haziran 2015 - 05:55
Yeni yazılarınızı sabırsızlıkla bekliyorum. Müthiş akıcı ve samimi uslubunuz için tebrik ediyorum. Sizden küçük bir ricam var. Yazılarınızı daha bol fotoğrafla desteklerseniz okuma zevkimiz ikiye katlanacak gibi. Sevgiler, selamlar…
#11 by Kamil on 28 Haziran 2015 - 09:28
Merhaba,
Çok teşekkür ederim güzel yorumunuz için. 🙂
1 haftadır Çin’deydim ve bu sabah dönünce baktım bir sürü yorum birikmiş. 🙂 Arada sizinkisi gibi yorumlar motive ediyor açıkçası.
Yeni yazıdan önce eskilerine de göz atın derim.
Selamlar
#12 by Hafize Turkkan on 29 Haziran 2015 - 03:00
Tüm blog yazılarını ve facebook yazılarının hatırı sayılır bir kısmını talan etmiş bulunuyorum. Uslubunuz ve yeteneğiniz konusunda ki fikrim tek bir yazıyla oluşmadı 🙂
#13 by TALHA ATEŞ on 06 Temmuz 2015 - 09:57
Tekrar merhaba Kamil bey!
İlk gezi yazınızı okurken o kadar uzun geldi ki, hiç alışık olmadığım gezi yazısı idi. Fakat çok güzel gözlemde bulunmanız ve akıcı olmasıyla yazının sonunu getirdim…:) Tabi biraz da söylendim…
Sonraki yazılarınızda ise zevk aldım çünkü bir film seyreder gibi veya bir kitap okur gibiydi…. Bu başlıkta ayrı bir güzel olmuş.
Size bir sorum var! Yakında emekli olacağım. Eşim ile beraber yurt dışına çıkmayı planlıyoruz. Fakat öyle 10-15 günlük turlar değil. Nasıl Avrupa ülke vatandaşları sonbaharda bizim ülkemize gelip 6 ay boyunca Ege veya Akdeniz şehirlerinde bir otelde yaşıyorsa. Yada bir daire kiralayıp aylarca kalıyorlarsa öyle….
Pek çok ülke araştırdık. GÜVENLİK, IRKÇILIK ve HAYAT PAHALILIĞI konusu bizim için en ön planda. Bu üç başlık bir araya gelince bizim ülkemiz dünyada bir numara oluyor! Tavsiye edeceğin bir ülke veya ülkeler nereler olur?
#14 by Sefa Öztürk on 08 Temmuz 2015 - 01:26
Merhabalar, blogunuzu severek takip ediyorum. Herhangi bir gezi rehberinde bulunmayacak bilgiler paylaştığınız için teşekkürler. Tüm gezi yazılarınızı okuduğum için yeni yazılarınızı büyük bir merakla beklemekteyim. 🙂
#15 by Kamil on 08 Temmuz 2015 - 10:05
Merhaba,
Bu aralar seyahat çok ama genel de hakkında yazmayı planlamadığım ülkelere gidiyorum. Yakında İtalya, ABD ve Çin’i güncelleyeceğim.
Ama bu süreçte tam gaz facebook ta yazmaya devam ediyorum. Kısa kısa benzer hatta daha hoş yazılar. Oraya da beklerim eğer facebook kullanıyorsanız. https://www.facebook.com/GozumeTakilanlar
#16 by sevde on 16 Kasım 2015 - 20:34
gerçekten çok iyi, rastgele denk geldim sayfaya sonra bi baktım hemen hemen yazılanların tamamını okuyorum 🙂 uslüptaki yalınlık, espirili dil ve fotoğraflar harika gerçekten. iyi ki yazmışsınız yani. tebrik ediyorum ve devamını bekliyorum
#17 by Kamil on 16 Kasım 2015 - 21:00
🙂 Teşekkür ederim güzel sözleriniz için. Burası bitince facebook sayfamıza da bekleriz.
https://www.facebook.com/GozumeTakilanlar/
#18 by Harikabiriş on 19 Ağustos 2016 - 01:31
Merhaba…
Öncelikle yazılarınızı ve anlatım biçimizi çok beğendiğimi söylemek istiyorum. Bu yazılar çok uzun gelmişti başta ilk hollanda izlenimlerinizi okudum ve sonradan sürükleyiciğine aşık olarak tüm yazılarınızı okuduğumu fark ettim. Bu gezi yazılarını facebooktan yazmaya devam ettiğinizi öğrendim yorumlardan fakat buradan devam ederseniz gerçekten çok sevinirim…
Bu güzel yazılar için sizi tebrik eder ve başarılarınızın devamını dilerim…
#19 by Kamil on 19 Ağustos 2016 - 20:17
Çok teşekkür ederim. Belirli bir olgunluğa oluşunca buraya mutlaka aktaracağım ülkeleri.
Ama sizi facebook a da beklerim.
Selamlar