Amerika İzlenimleri

San Francisco

Tüm seyahatlerim içinde gezi kısmını en abarttığım ülke Amerika oldu. “Eee madem o kadar yol gidiyorum, hakkını vereyim dedim” diyecem ama uzaklık açısından gittiğim birçok yerle aynı mesafede. Ama nedense Amerika insana daha uzak bir memleket gibi geliyor.

Topu topu Dallas’ta 8 günlük işim vardı. Başına 2 gün San Francisco, 1 gün Los Angeles, 1 gün San Diego, 1 gün Arizona, 2 gün St. Louis koydum. Arada da 8 gün Dallas’ta çalıştım işte.

Bakalım bu 15 günde gözüme neler takılmış.

Vize

Bu ülke için izlenimler vizede başladı. Amerika vizesi süreci için etraftan bir sürü hikaye duydum. Yok gidenlerin yarısını orada reddediyorlar, yok şöyle sertler, vs vs. Vize kuyruğunda sıra bana gelince görevli tek bir soru sordu. Tek kelimelik bir cevap verdim. Ekrana baktı. “Ok vizen onaylandı” dedi. 10 yıl çok girişli vize vermişler. Aldığım en kolay vize oldu.

Merak edenler için soru “Ziyaret amacın nedir?”, cevap da “İş”.

Ülkeye Giriş

Aynı vize hikayeleri gibi birde çevremdekilerin ülkeye ilk girişlerinde yaşadıkları var. Yok müslüman ülkeden geliyorsan seni odaya alıyorlar, 40 dakika bekletip bir sürü saçma soru soruyorlar, bir kere o odaya girdin mi adın sisteme işleniyor her gidişinde aynı muamele oluyor. Yok pasaport işleminde çok ciddi ama bir o kadar da rahat dur, adamın şüpheleneceği bir şey yaparsan arkasından bir sürü soru gelir, dikkatli ol, vs. Bu tip hikayeler uzayıp gidiyor.

Chicago’da uzun bir pasaport kuyruğunda bekledim. Önümdeki herkes için pasaport işlemi ortalama 1 dakikadan biraz uzundu. Herkesten parmak izi alınıyordu. Sıra bana geldi. Pasaportumu uzattım. “Neden geldin, ne kadar kalacaksın, dönüş biletini göster bakiim” gibi sorulara hazır hem ciddi hem rahat bir tavırla bekliyorum. Pasaportumu aldı. Açtı. Mührü bastı uzattı. En çok 5 saniye sürdü. Parmak izi bile almadı.

Bunca insan neden bu kadar karamsar hikayeler anlatıyor bilmiyorum.

Sanırım Amerikalılar beni seviyor.

Havaalanları ve Uçuşlar

ABD’de iç hatlarda 7 farklı uçuş yaptım. 8 farklı havaalanına indim kalktım. Havaalanlarında çokça zaman geçirdim. İnsan yapacak bir işi olmadan bu kadar zamanı bir mekanda harcayınca doğal olarak buralardan çok malzeme çıkıyor.

İlk gözlem insanlara ait. Bu adamlar çok konuşkan, hem de çok. Hiç istisnasız her uçakta önümde, arkamda oturan insanlar tüm yol boyunca sohbet etti. 7 uçuş, her uçuşta önümde arkamda 2 sıra olsa demek ki 14 tane farklı sohbete şahitlik etmişim. Bir de ben varım demek ki 21 sohbet ediyor. Kendim konuşmadığım zamanlar önümdekini arkamdakini dinlemeye çalıştım. Tamam, saçma salak konularda konuşuyorlar ama sıcak bir sohbet oluyor her seferinde. Ne yapıyorsun, ne ediyorsunla başlıyor iş, hayat derken uzuyor gidiyor. Arada ufak flörtlere de kulak misafiri oldum. Bugüne kadar kaç yüz kere uçak yolculuğu yaptım bilmiyorum, ama toplasanız 2 kereden fazla yanımdaki ile konuşmamışımdır.  O da en çok 3 cümledir. Biz Türkler çok sıcakkanlı insanlarız yalanını bırakalım. Biz sıcakkanlıysak bu adamların kanı çoktan buharlaşmış olmalı.

Havaalanlarında çok çok yoğun iPad kullanımı var.  Herkesin elinde bir tablet, bir şeyler yapıyorlar. Beklerken şöyle bir etrafa bakınca “Bu ne yaaa!!!” diyor insan. En azından o dönem Türkiye’de o kadar yaygın değildi bu aletler ve benim çok dikkatimi çekmişti.

Havaalanları hakkında başka dikkat çeken bir şey ise iniş biniş sistemleri gördüğüm her yerden farklı. Genelde her ülkede uçaktan inenler başka bir kapıdan geçirilirler ve gelen yolcu terminaline giderler. Burada binmeyi bekleyen yolcuların arasına çıkıyorsun. Terminaller zaten kalabalık, bir de hem geleni hem gideni aynı yerden almak nasıl bir akıl bilmiyorum. Sistemin verimsizliğini daha ilk uçuşta görüyorsunuz.

Bir de havaalanlarının zemini nedense hep halı kaplı. Birkaç ülkede daha halı kaplı terminal görmüştüm ama burada istisnasız her havaalanı halı kaplı ve genelde terminalin tamamı halı. Ya halıyı çok seviyorlar, ya da mermer, taş, granit sevmiyorlar.

Havaalanlarında 3-4 kere yemek yemem gerekti. Bizdeki gibi fiyatlar dışarısının 5 katı değil. Dışarıda neyi ne kadara yiyorsan aynı şeyi aynı paraya yiyorsun.

Havayolları masraf olmasın diye check-in işlemleri için insan yerine makine kullanmaya karar vermiş. Pek güzel, ama işlem biraz zor. En azından bize zor. Alete gidiyorsun “Sen kimliğini tarat ben gerisini yaparım” diyor. Kimlik olarak ta ABD kimliği, ABD ehliyeti ve birkaç farklı formatı tanıyor. Tabi bizim gariban nüfus cüzdanı veya kırıkları selobantla tutturulmuş ehliyeti tanımadı. Tamam, ben de bilgilerimi elle gireyim dedim. Yazıyorsun yazıyorsun bir yere geliyor, olmadı seni bulamadım diyor. İllet oldum.

Karşında işlem yapan insan istiyorsan zamanın çok bol olmalı. Her 30 makineye karşılık bir insan koymuşlar. Onlar da nasıl yavaş, nasıl yavaş anlatamam. Akıl alacak gibi değil. Bizde bir check in kaç dakika sürer? Taş çatlasın 3 diyelim. 10 dakika da bir kişiyi ancak halledebiliyor bu arkadaşlar. Mümkünse online check in yapın, ya da Star Alliance üyesi bir havayolu seçin, kimlik istediğinde Miles&Smiles’ı okutun geçin.

İnsanlar

Açıkçası bu ülkeye ve insanlarına ön yargılarla geldim. Devlet politikaları olarak Amerika pek hoşlaştığım bir ülke de değil. İnsanları için de pek iyi beklentilerim yoktu. Çevrelerine karşı ilgisiz, cahil, soğuk, kendini beğenmiş, ukala insanlar bekliyordum. Ciddi anlamda beklentimin zıttı insanlar gözlemledim.

SF Merkez

Uçuş gözlemlerinde söylediğim gibi insanlar çok sıcakkanlı. Hadi bu noktada bir genelleme yapmadan bir açıklama yapayım. İlk haftam genel olarak California’da geçti. Deniyor ki; “California Amerika genelinden farklıdır”. San Francisco, Los Angeles, San Diego büyük şehirler ama, insanları diğer metropollerdeki insanlardan farklıymış. New York’a gitsem göreceğim insan profili benim gözlemlerimin tam zıttı olacakmış. Gitmedim, görmedim, bilmiyorum, yazmıyorum. Bir tek New York’u görmüş birisi kalkıp da “nereye gittin sen, nereyi gördün, hiç alakası yok” diye yorum yazmak isterse bu paragrafı hatırlasın.

Konuya dönelim. Adamlar çok sıcakkanlı dedik. Evet öyleler. Konuşkanlar. Nazikler. Çoğu zaman kendimi “Ben ne kabaymışım eskiden” diye düşündürecek kadar nazik adamlar.

Bir akşam yemek ve şarap tadımı için Napa vadisine gittim. Gece geç vakitte San Francisco’ya dönüyorum. Golden Gate’den geçeceğim. Köprü geçişi paralı. Gişeye geldim.

OGS-KGS öncesi dönemleri hatırlayın. Gişeye gelirdik, parayı uzatır geçerdik. Bir şey diyeceksek de en fazla “İyi günler” derdik.

Yorgunum, saat geç, normalde kullandığımdan çok daha büyük kiralık bir araba kullanıyorum, yabancı bir ülkedeyim, konuşma isteğim yok… Gişeye geldim. 5 doları uzattım. Gişedeki yaşlı kadın bana “İyi akşamlar, nasılsın, günün nasıldı?” diye sordu. Kısa bir dumur yaşadım. Sadece “İyi gidiyor, peki senin nasıl?” diyebildim. “Güzel bir gece, her şey yolunda, hadi güvenli şekilde git gideceğin yere” dedi. Sanırım bu kadın önünde duran her arabaya böyle şeyler diyor. Sadece bana gevezelik yaptığını sanmıyorum.

Girdiğin her dükkanda benzer bir muamele var. Tamam, hepsi çok samimi kokmuyor ama herkes “Naber, günün nasıl geçiyor?” diye soruyor. Sende klasik olarak “İyi/Fena değil, senin?” gibi bir cevap veriyorsun. Samimiyetsiz olanlarla muhabbet orada bitiyor ama bazıları konuşmaya devam ediyor. Bu alışkanlık yine bana garip geldi. Tabi zamanla alışıyorsun. Şekilsel de olsa, samimi olmasa da bu adamlara bakınca bizim millet olarak iletişimde sorunlarımız var sanırım diye düşünüyorsun.

San Diego’da bir akşam dışarı çıktım, bar, müzik falan. Otele dönerken de yolda acayip sıkıştım. Ömrü hayatımdaki en çok tuvalete ihtiyaç duyduğum 3-4 andan biridir. Otele geldim, o kadar kötüyüm ki odaya çıkacak durumum yok, lobideki tuvalete attım kendimi. Gece saat 1-2 gibi bir şey ve tuvalet boş. Normal şartlar altında pisuara işeyemeyen ben, ilk pisuara yapıştım. 3 saniye sonra kapı açıldı, altın dişli bir zenci (dişini görmedim, onu şu an uyduruyorum) geldi ve yanımdaki pisuara dikildi. Yine bir odun olarak, geçmişimde tuvalette biri ile konuşmuşluğum yok. Yanımdaki zenci “Naber kardeşim, gecen nasıl geçti? Beklediğini buldun mu?” dedi. ABD’deki 4. günümdü ve Allahtan bu konuşkanlığa alışmaya başlamıştım da korkup kaçmadım oradan. Bende bir Amerikalı konuşkanlığı ile cevap verdim. Oracıkta o zenci arkadaşla iki lafın belini kırdık. İnsanlık için küçük olabilir ama benim için büyük bir adımdı, ondan sonra da herkesle konuşur oldum 🙂

Nazikliğe gelince,  konuşmaya müsait olmayan ortamlarda bile adamlar fazlaca kibar. Zenci ile tuvalette kanka olduğum akşam barda bu adamlarda bir gariplik olduğunu anlamıştım. Bizi Amerikan filmlerinde zencilerden korkutmuşlar. Ya da korkunç diye çizdikleri profil aslında korkunç değil. Bardaki gözlemim şu. Sanki bu adamlar karşısındaki kavga çıkaracak diye büyük korku içinde. Bar kalabalık ve sürekli bir hareket var, dolayısı ile ve doğal olarak ara ara iki kişi geçerken birbirine çarpıyor, takılıyor. Bara sırtımı dayamış kalabalığı izliyorum. 4-5 kere benzer çarpmaya şahit oldum. İki tarafta sanki çok büyük bir şey olmuşçasına hemen dönüp iki elini teslim olmuş gibi omuzlarına kadar kaldırıyor, avuç içlerini birbirine göstererek, yüzlerde şaşkın ve acı bir ifade, ben bir şey yapmadım kaza ile oldu bakışı atıyorlar. Sonra mutlaka bir el sıkışıyorlar ve yollarına devam ediyorlar. Bana garip geldi, yani bunca tantanaya ne gerek var, devam et git. Dedim herhalde bunu yapmazsan adam gelip yumruğu çakıyor.

Derken canlı müzik cezbetti sahneye yaklaşmak için kalktım. O ne? Oradan geçen “pis tipli” bir zenci bana çarptı. Hemen pis tipi tarif edeyim. Bir kere ön dişi altındı (Bunu uydurmuyorum gerçekten altındı). Kafasına bandana sarmış, üstüne şapka giymiş, asık suratlı, sert bakışlı, bol zincirli bir Afrika kökenli Amerikalı. Bende sol elim cebimde sağ elimde bira şişesi ayakta duruyorum. Bana çarpınca durdu hemen geri döndü. Göz göze geldik. O an sanki bardaki müzik birden kısıldı ve bir sessizlik oldu (Bunu da uyduruyorum). Ben kafamla, gözümle nasıl yaptıysam “Ok, sorun yok” hareketi yaptım. O sert adam da bir den yumuşadı, gülümsedi, pamuk gibi bir şey oldu. O da bana “Tamam bende isteyerek çarpmadım zaten” bakışı yaptı. Her şey yolunda. Ama el sıkışmadık. Bu arada birbirimize de çok yakın değiliz. İki kol mesafesi var aramızda. Elini hadi çak der gibi kaldırdı. Ben de uzatacam ve el sıkışma, çakma arası bir hareket olacak ama elimde bira şişesi var. Sol el de cepte. Ben de az önce ne uzatıyorlar bu seremoniyi diye düşündüğümden karşılık vermedim. Kafamı ve kaşımı hafifçe kaldırıp “Tamam tamam hadi git” dedim. Ama olmadı. Adam eğildi ve elini daha bir ısrarlı uzattı. Kafası ile “Hadi ne duruyorsun dokun elime, gidecem işim var” der gibi yaptı. Sağ elimi, bira şişesini bırakmadan yumruk gibi yaptım ve uzattım. O da uzattığı elini yumruk yaptı ve yumruklarımızı hafifçe tokuşturduk, gülümsedik, ayrıldık.

Tabi tüm bu olaylar 10 saniye falan sürmüştür. Ama aynı gece ilerleyen saatlerde tuvalette biri ile kanka olmadan önce , “Pis tipli” bir zenciyle “Hey Bro” muhabbetine girmiştim.

San Francisco manzaraları

Bu adamlar yaptığı işi çok ciddiye alıyor. Konuşkanlık ve naziklikten sonra en çok dikkatimi çeken şey bu adamların işlerini ne kadar ciddiye aldığıdır. Birisi ne iş yapıyorsa yapsın, sanki dünyanın en önemli işini yapıyor gibi davranıyor. Bu ciddiyeti anlamadan önce çalışan profilindeki farklılıktan da bahsetmem lazım. Bir kere her yaştaki insan her işi yapabiliyor. Hiç beklemediğiniz işlerde, hiç beklemediğiniz tipte insanları görebiliyorsunuz. Öğrendiğim bilgi şudur ki; ABD’de bir pozisyona birini alacaksan, onu yaşına, cinsiyetine göre seçemiyorsun. Eğer öyle bir şey yaparsan hemen ayrımcılık diye davayı açıyorlar, tepene biniyorlar. Kulağa hoş geliyor ama durumun gerçekliği biraz garip. Adamların özgeçmişlerinde yaş bilgisi yok ve olmazmış. Bana Amerika’dan gelen bir özgeçmişi hatırlıyorum, okudum, tamam her şey güzel, işe alabiliriz ama kaç yaşında merak ettim. 25 mi, 45 mi belli değil. Neden yaşını yazmamış ki, kesin çok yaşlı ondan saklıyor diye yorum yapınca öğrendim ki yaş yazılmazmış ve işveren de ona göre eleyemezmiş adayı.

Bizde belirli kaliteli restoranlar dışındaki yerlerde garsonlar kaç yaşındadır? 25 altı falandır genelde. Yani garsonluk bir meslek gibi değildir. O işi yapan insanlar onu bir süre yaparlar, sonra başka sigortalı bir iş bulunca yerini başka bir gence bırakırlar. Burada garsonlar demografik olarak gerçekten homojen. 50 yaşında da garson var. Ev hanımı kılıklı garson da var. Gencecik 18 yaşında garson da var. Aile babası modunda garson da var. Avrupa’daki bazı ülkelerden yaşlı garsonlara alışığım ama burada gerçekten dağılım çok eşit. Hatırlıyorum İtalya’da bir restoranda 70 yaşından büyük birisi yemek servisi yapmıştı. Ayağa kalkıp “Teyzecim siz yorulmayın ben kendim alırım” diyesim gelmişti. Ananemden daha yaşlı biri tarafından servis yapıldığını görmek ilginçti.

Daha da ilginci bu adamların bu işi yaparken sanki hayatları boyunca bu işi yapmak için yaşamışlar gibi davranmaları. Bu tavır sahte olabilir, rol yapıyor olabilirler. Eğer öyleyse bile çok iyi maske takıyorlar. Ben numaralarını yuttum. Yine bir uçakta uçuş görevlisi olarak 3 kişi var, biri 60 yaşlarında bir dede, iki tane de orta yaşlı insan. 60 yaşında kabin görevlisi ilk olarak gözünüze takılıyor, alışık değiliz. O dede uçuş güvenliğinin anlatıldığı kısımda can yeleğini giyiyor, tepeden düşeceğini var saydığımız maskeleri yüzüne getiriyor. O yaştaki bir adamın bu işi yapmasını ilginç buldum izliyorum, izledikçe de adamın işini nasıl ciddiyetle yaptığına dikkat ediyorum, daha da çok şaşırıyorum. Adam kesin o işi yapmak için doğmuş. Bu ciddiyetin yanında da “Sen daha portakalda vitamin değilken ben zeplinlerde çıkış kapısı gösteriyordum” havası var.

Ciddiyet derken sakın ola asık suratlılık olarak algılamayın. Hepsi yaptığı işten zevk alıyormuş gibi gülümsüyor. Hamburger hazırlayan adam bile gülümsüyor. Umarım hamburgerime pis bir şeyler yaptığı için gülümsemiyordur.

Amerika’daki obez insan oranının ne kadar yüksek olduğunu duyarız. Kaliforniya’da gördüğüm hemen herkes son derece fitti. Kilolu insan nerede ise göremedim. Bu oranı arttıran insanlar genelde Orta ve Doğu Amerika’da dediler. St.Louise indiğimde daha havaalanında, hayatımda gördüğüm en büyük popoyu gördüm diyebilirim.

Yemek

Amerikan filmlerinden alışık olduğumuz yemek ortamlarında bulunmak ve televizyonda izlediğin detayları gördükçe hatırlamak zaten bu deneyimin büyük bir parçası. Kahvaltı için oturduğun karşılıklı ikili koltuklarda, orta yaşlı, kilolu, bayan bir garsonun gelip sana kahve koyması, kızarmış bacon, sosis, yumurta, pan cakeli manzaralar çok tanıdık.

San Diego – Pasifikte gün batımı

Yemekler genelde çok yağlı ve kızarmış, ama lezzetli. Restoranlar, kafeler sıcak atmosferli, insan kendini rahat hissediyor. Genelde her mekanda geçerli bir yemek kalitesi alt limiti var ve bu limit yenebilir seviyenin üzerinde. Zamanla öyle bir his oluyor ki gördüğün her yerde yemek yiyebilirsin gibi geliyor ve yiyorsun da. Yani bizdeki şehirlerarası yolları düşünün. Herkesçe bilinen 2-3 yol lokantası dışında pek durmayız. Ama buna rağmen her benzin istasyonunda bir kafeterya veya restoran vardır. Ve %90’ında bir kişi bile yoktur. Kimse de gitmez. Biz de gitmeyiz. Gidersek ne yiyeceğimize de güvenemeyiz. Burada her mekanda mutlaka yemek yiyen insanlar oluyor. Hepsine girebilirsiniz hissi var. Hepsinde güzel, lezzetli yemekler bulacağınızı düşündüren bir havası var. İşin güzeli tüm hisleriniz de doğru çıkıyor.

Yemekler Avrupa’ya göre çok da ucuz.

Hemen her mekanda kola gibi gazlı içecekler ücretsiz dolduruluyor. Yani bir bardak aldın mı sonrası bedava.

Yine birçok restoran menüsünde çeşit çeşit ev yapımı buzlu çay bulunduruyor. Buzlu çaylar şekersiz. Her masada standart olarak bulunan şeker, tuzluk, karabiber, ketçap, acı sos grubundan şekeri alıp kendiniz ekliyorsunuz. Ama o şeker asla erimiyor. Bu buzlu çay, şeker işkencesi hiç bitmiyor.  Şekersiz buzlu çayı ya seveceksiniz, ya seveceksiniz. Her masada bulunan gruptan bahsettim ya, ben ketçapsız masa görmedim gibi bir şey. Bu adamlar kahvaltıda yumurtanın üzerine bile ketçap döküyorlar.

Garsonlar fazlaca sıcak. Aşağılarda da bahsedeceğim bahşiş olayı nedeni ile garsonlar sizinle çok ilgileniyorlar. Hatta bazı mekanlarda bu ilgi flörte yakın ilgiye varabiliyor. Hemen “Ooo garson beni beğendi galiba” havasına girmeyin çünkü 3 dakika daha sabredip izlerseniz o kızcağız masasına her gelene öyle davranıyor. Bizde de yeni yeni başlayan, yemek servisinden 5 dakika sonra gelip yemeğinizi beğendiniz mi, istediğiniz gibi mi sorular burada en kıytırık kafede bile soruluyor. Beğenmezseniz götürüp yenisini getiriyor gibi de duruyorlar açıkçası. Öyle kuru kuru bir soru değil yani.

Ya ben çok süper yemek seçiyorum ya da garsonlarla aynı damak zevkine sahibim çünkü ne seçsem garsonlar “Mükemmel seçim”, “Ooo en sevdiğim şeyi seçtin”, “Ay sen söyledin nasılda canım çekti şimdi” gibi yorumlar yapıyorlar. Tabağım gelince acaba garson dayanamayıp bir parmak aldı mı diye bakasım geliyordu.

Trafik

Amerika’da her uçaktan indiğimde ilk işim bir araba kiralamak oldu. Arabasız orada “Hayatta kalamazsın” demişlerdi, doğruymuş. 6 farklı şehirde 6 farklı araba kiraladım. Güzel olan bir şey oralardaki ekonomik arabalar bile 2500cc motordan başlıyor. 30 dolar daha verip bir Mustang kiralayabiliyorsunuz. 2-3 sefer de ücretsiz ve sebepsiz üst sınıfa upgrade ettiler böylece hayatımda ilk kez 4800cc’lik motora sahip bir araba kullanma fırsatım oldu.

Evet, burada gerçekten arabasız yaşamak imkansız. Belki San Francisco’da mümkün olabilir. Orada “toplu taşıma” sayılabilecek bir sistem var, caddelerde taksi de görüyorsunuz ama diğer şehirlerde hele hele Teksas’da arabasız ekmek bile alamazsınız. İnternetiniz de yoksa evinizde acınızdan ölürsünüz alimallah. Zira Dallas’ta belediye hiçbir toplu taşıma sistemi kurma gereği bile hissetmemiş. Her şehirde olan Down Town denilen şehrin hareketli merkez semti dışında kelimenin tam anlamıyla yolda yürüyen insan yok. Yollarda kaldırımda yok zaten.

Burada trafik pek düzenli. Cezalarda çok yüksekmiş diye duydum. Ben de o kadar korktum ki en saçma olanına bile uydum/uymaya çalıştım. En saçma olanı nedir derseniz, cevap STOP işareti.

Stop işareti çilesini şöyle anlatmaya çalışayım. Şimdi San Francisco düzenli bir şehir. Birbirine paralel 100 kadar cadde düşünün. Bu 100 caddeyi tam dik kesen 70 kadar birbirine paralel başka caddeler düşünün. Kaç tane kavşak eder siz hesaplayın. Tüm bu caddeler hemen hemen aynı genişlikte olsun. Dolayısı ile biri diğerine göre daha çok tercih edilen caddeler olmasın. Bu nedenle de ana yol, yan yol kavramı olmasın. Trafikte tüm bu caddelere eşit dağılsın.
Hal böyle olunca bunca kavşaklara da ışık koymamışlar her birine STOP tabelasını çakmışlar. Durumu az çok hayal ettiğinizi düşünerek devam edeyim.

San Francisco Sokakları

Şimdi yandaki fotoğraftaki gibi bir cadde düşünün. Üzerinde 23 tane kavşak var ve an itibari ile sadece 10 kadar araba seyir halinde. Yani bomboş bir cadde ama her 50 metrede bir STOP tabelası var. Sizden beklenen her kavşakta durmanız. Yavaşlamanız, duruyor gibi yapmanız değil. Durmanız. Kavşağa giren herkes, araba olsun olmasın durur, etrafa bakar, ilk duran araba ilk hareket eder ve geçiş yapılır, kural bu. Kesişen caddede seyreden bir araçla karşılaştığınızda bu durum kibar bir geçişe olanak veriyor ama yolda hiçbir aracın olmadığı bir caddede 1 km gitmek için 15 kere durup 2 saniye sonra tekrar hareket etmeniz gerekmesi çok garip. Herkes de uyuyor. Arkadaşım bana sıkıyorsa durma da cezayı öderken anlatırsın polise bu durumun saçmalığını dedi.

Ben hala “Durma” durumunu tam anlayamadığınızı seziyorum. Hızını 10 km/saat e düşürmek değil, duracak gibi olmak değil. Tam duracaksın. Bir kere her 50 metrede bir durarak gitmeyi deneyin. Sonra bu paragrafı tekrar hatırlayın.

Trafik ışıkları bize göre garip. Bir kavşakta size konuşan ışık sizin durduğunuz yerde değil yolun karşı tarafında duruyor. Nerede duracağınızı anlamanız ilk birkaç saat zor oluyor ama alışınca çok seviyorsunuz. Işıkta ilk duran arabadan yeşil yandı mı diye görmek için boynu uzatma durumuna hiç gerek kalmıyor.

Otobanlar bol. Otobanlarda ve caddelerde şeritleri yönlere göre ayırma durumu var. Yine bir cadde düşünün. 🙂 Bu sefer cadde 4 şerit olsun. Şeritler bizdeki gibi yere çizilmiş ve hiçbir fiziksel ayrım yok. Ama soldaki şeritte yere 1 km sonraki çıkıştan sola dönecektir işaretini çizmişler. O şeride girdin mi düz gidemiyorsun. İlla ki döneceksin. Duruma baktım, “Eee sağa sinyal verip bir sağ şeride girsem ne olur ki?” dedim, çünkü arada hiçbir engel yok. Yapamıyormuşsun. O şeride girdin mi paşa paşa sola döneceksin. Laf aramızda ben birkaç kere bazı kuralları ihlal etmiş olabilirim.

Otobanlarda “Carpool” denilen bir şey var. Sol şeridi ayırmışlar ve tıkanmaz hale getirmişler. Bu şeridi kullanmanın şartları var. Ya arabada tek başına olmayacaksın ya da hiç arkadaşı olmayan ama yine de bu hızlı şeridi kullanmak isteyen yalnız ve zavallı biri isen parayı basıp carpool çıkartması alacaksın. Yoksa tek başına geçerken fotoğrafın çekildi mi 800 USD cezayı ödüyorsun.

Büyük şehirlerde otopark büyük dert. Çok pahalı. Ama ana caddelerin yanlarında parkomatlarda yer bulmak çok olası. Sorun buralara en çok 1 saat araç park edebiliyorsun. Yani kısa işi olanlar için düşünülmüş ve mantıklı. 1 saati 1 dakika geçtin mi cezayı yiyorsun. Yedim oradan biliyorum. Aman ben turistim ödemesem ne olur dedim. Araba kiralama şirketi kredi kartınızdan sonra çekiyor. Benden çekti oradan biliyorum. Bu parkomatlar kullanışlı gibi ama çok karışık. Çok kural var. Sarı olanlara Salı-Perşembe 16’dan sonra park edemezsin, beyaz olanlara bilmem ne tipi araçlar park edebilir, pembe çizgili ise sadece hafta sonları kullanılabilir, siyah olanlar hükümet araçları için, mor puantiyeli olanlar kıvırcık saçlılar için gibi abuk subuk ve park etmeden okuyup anlamanız gereken kurallar silsilesine sahip bir sistem.

Amerikalıların çok büyük arabaları sevmeleri herkesin malumu. 6000cc motorlu araçlar bizdeki 2500cc’lik araçlar gibi muamele görüyor. Benzin ucuz. Kaldı ki söylenene göre bundan 5 yıl önce şu anki fiyatının üçte biri kadarmış. Şimdiki benzin fiyatlarından da utanmadan çok şikayet ediyor bu adamlar. Dizel motor ve motorin sadece tarım araçlarında kullanılıyor.

Benzin ucuz ama deponuzu kendiniz doldurmalısınız. Valla bu işlem kolay görünse de ilk 2 sefer dışında her defasında problem yaşadım. Kendimi bu kadar aptal hissettiğim başka bir işlem hatırlamıyorum. Sürecin sonunda hep içeri girip ben benzin alamıyorum diye yardım istemek zorunda kaldım. Kredi kartımı sokuyorum, tanımıyor içeri gidiyorsun. Başka sefer kartını tanıyor pini kabul etmiyor, içeri gidiyorsun. Pini tanıyor doldurmaya başlamıyor, içeri gidiyorsun. Hele bir kere her işlemi yaptım. Bana bu kart uluslararası karttır fatura için zip kodu girin dedi. Haydaaa. 12345 girdim. Geçersiz zip kodu dedi. Ne bileyim formatı nasıl. Aklıma Evimiz Hollywood’da dizisi geldi 90210 girdim. Bu zip kodu kartın tanımlandığı eyalette değil dedi. Sonuçta yine içeri girdim.

İçeriden çıkıp size yardıma ikna ettiğiniz arkadaşta size salakmışsınız muamelesi yaparak pompaya kadar geliyor. Bir seferinde emniyet kilidini açmamışsın dedi ve gitti. Başka bir sefer pini girmeden pompanın ucunu depona koyman gerekiyordu dedi ve gitti. Başka bir sefer önce pini gir, onay verince pompayı depona sok dedi ve gitti. Canına yandığımın aletlerinin hepsi ayrı model, hepsinin ayrı kuralı var. Adamlara çok basit geldiğinden üzerine bir kullanma talimatı koymamışlar.

İlk iki denemem de nasıl başarılı oldum bilmiyorum. Acemi şansı herhalde.

Spor

Dallas’ta kaldığım 1,5 hafta boyunca yaptığım neredeyse tek ve tartışmasız en güzel şey gittiğim bir NBA maçı oldu. Arizona’da iken Dallas’ta güzel bir maç olsa da gitsem diye programa bakarken gördüm ki Los Angeles Lakers-Dallas Mavericks maçı var ve sadece 8 tane yer kalmış. Stadın en arkasındaki bu biletlere hemen atladım. İlgilenenlere not; ligin ortasında bir NBA maçını, stadın en arkasındaki koltuktan izlemenin bedeli 90 USD civarında. Buna otopark vs dahil değil. Ama her sentine değermiş. Süper ötesi diye tasvir edilecek bir geceydi. Başlı başına bir deneyim.

Dallas Mavericks vs Los Angeles Lakers

Bir kere stadyuma giriş bizdeki bir sinemaya girişten bile daha rahat, daha sakin. Sıkış tepiş bir kapıdan geçmeyi bırak kuyruğa bile girmeden, onlarca kapıdan birinden, kibar birine internetten aldığın ve yazdırdığın kağıttaki barkodu okutarak giriyorsun. İçerisi çok şık. Maç hafta içiydi ve işten çıkmıştım. Yemek yemeğe fırsat olmamıştı ve maçta yerim demiştim. Türkiye’de futbol veya basketbol maçlarına gitmiş olanlar varsa bilirler, bizde statta düzgün bir şey yemek çok zordur. Eskiden kedi etinden yapılan lahmacundan başka bir şey olmazdı. Şimdi durum nedir bilmiyorum. Ama burada sadece yemek yemek için bile maça gidebilirsiniz. En güzel pizzalar, brutiolar, nacholar, aklınıza ne gelirse… Yine tekrar doldurabileceğiniz gazlı içecekler ve tereyağlı patlamış mısır şansınızda var. Bizde olması düşünülemeyen bir şey de bira da içebiliyor olmanız. Ancak bir kişi en çok iki bira alabiliyor. Bira alırken kimliğinizdeki barkodu okutuyorlar. Başka büfeden bile olsa iki birayı geçemiyorsunuz.

Açıkçası o gece izlediğim tüm etkinlikler bir basketbol müsabakasından çok reklam mecrası oluşturma amaçlı yapılıyormuş hissine kapıldım. Zira o gece oynanan maç kesinlikle küçük bir detaydı.

Adamlar şöyle düşünmüşler sanki; insanlara reklam izlettirmemiz lazım, bunun için insanları bir yerde toplamamız lazım, toplamak için ilgi çekici bir şey yapmak lazım, basketbol oynasın birileri ama basketbol o kadar çok insanı toplamaz, o zaman birazda şov ve eğlence ekleyelim, hatta gecenin geneli şov ve eğlence olsun arada da 10 tane adama basket falan attıralım, geri kalan kısımda da reklamı dayarız, olur biter…

Daha maçtan 2 saat önce bir şov başladı ki, her saniyesi gerçekten tek tek planlanmış, çizilmiş, çalışılmış. Nasıl bir IT altyapısı var ki stadın her yerindeki binlerce ekrandaki görüntü nerede ise 4 saat süren şov boyunca bir kere bile aksamadan o saniye saniye plana uydu. Maç dışında 40 tane küçük yarışma, müzikler, danslar, skeçler izledik. Kaç kişilik bir ekip o sistemi bu kadar mükemmel yürütüyor çok merak ediyorum. Yani bir kere bile 5 sn den uzun boşluk yok. Reklam verenler ilginç olmak için neler yapmışlar ilgiyle ve şaşkınlıkla izledim.

Maç sırasında bizdeki gibi taraftarlar birbirinden de ayrılmıyor. Maverickslisi de Lakerslısı da yan yana maç izliyor. Birasını içiyor. Eğleniyor.

Maç da ayrıca çok zevkliydi. 3 çeyrek Lakers’ın önde götürdüğü maçı son çeyrekte Mavericks aldı, bizde Dallaslılar olarak coştuk. O sezon Mavericks’in NBA şampiyonu olması ayrıca güzel oldu. En azından şampiyonun maçını izlemiş oldum. Kobe Bryant’ı, Gasol’u, Nowitzki’yi, Kidd’i dünya gözü ile gördüm.

İklim

15 günde hiçbir yerde yaşamadığım 4 mevsimi hakkını vererek burada yaşadım. San Francisco’da soğuk ama güneşli bir günü, dökülen sarı yaprakları, ertesi günse sis altında hafif yağışlı sonbaharı, San Diego’da okyanusa karşı bira içtiğin, gündüz şort, tshirt’le gezip akşam olunca ince bir sweet giydiğin mükemmel bir ilkbaharı, Arizona-Phoenix’de çöl ortamında kaktüsler arasında klimayı açmadan yolculuk edemediğin sıcak yazı, St. Louis’de dizime kadar kara batarak zor ilerlediğim, donmuş bir göl üzerinde yürüğüm kışı, aynı hafta içinde yaşadım. Aşağıdaki 4 fotoğraf 10 gün içinde çekildi. Özellikle yaz ve kış fotoğrafları arasında sadece 6 gün var.

San Francisco’da sonbahar

San Diego’da ilkbahar

Arizona’da yaz

St. Louis’de kış

Bahşiş

Bu ülkede düzen bahşiş üzerine kurulmuş. Sokağa çıktığınız andan itibaren sürekli bahşiş dağıtmanız gerekiyor. Bahşişsiz bir iş yaptırmak neredeyse imkansız. Bir nevi fiyat etiketlerinde görünmeyen katma değer vergisi gibi düşünebilirsiniz. Haaa bu arada fiyat etiketlerindeki katma değer vergisi de görünmüyor. Elektronik bir aletin etiket fiyatı 500 USD ise satın aldığınız eyalete göre %8 ile %15 arasında bir KDV kasada ekleniyor. Özellikle size oradan bir şeyler getirmek üzere sipariş verenlerin bu konuda hiçbir fikri yok.

Konumuza dönecek olursak bahşiş ekonominin temeli gibi bir şey. Bir yemek söz konusu ise bahşiş vermeyeceğiniz tek yer self servis yemek aldığınız yer olabilir. Hatta orada bile bahşiş bıraksanız iyidir gibi bir durum var. Onun dışında bahşiş her yerde zorunlu. Öyle ki %10 bırakmakta kesmiyor. En az %15’den başlayan oranlar söz konusu. Oldu ki bahşiş bırakmadınız, garsonunuz masanıza gelip “Hayırdır bir sorun mu var? Bir şeyden memnuniyetsiz mi oldunuz?” diye soruveriyor. Siz de bu durum karşısında apışıp kalıyorsunuz. %10 bahşiş bıraktığınızda da o sizin sipariş ettiğiniz her yemeğe bayılan, size koskoca menüye sakladıkları 3 özel yemeğin üçünü de bulmuş gurme gibi hayran hayran bakan garson abi veya bugün çok iyi görünüyorsun, gömleğin ne kadar yakışmış diyen garson abla gidiyor, suratları bir karış, pis pis bakan abiler ablalar geliveriyor.

Hiç taksiye binmedim ama taksimetrede yazan tutarı verdiğiniz bir taksicide aynı şekilde size lafı yapıştırıveriyormuş. Benim gibi kendiniz benzin doldurmayı bir türlü beceremiyorsanız ve içeriden birinden yardım isterseniz bilin ki bahşişsiz o adamı içeriye gönderemiyorsunuz.

Bahşişi bazı Avrupa ülkelerinde de olduğu gibi kredi kartı ile ödeme şansınızın olması ise çok güzel. Bozuk para arama derdi hiç yok. Kredi kardı slipinde imzalarken ne kadar bahşiş bırakmak istediğinizi yazabileceğiniz bir alan var. Hesap yapamayan Amerikalılar için de bahşiş tutarını yazacağınız alanın altına kendileri %15, %20,  %25 bahşiş tutarını hesaplayıp yazmışlar. Oradan bakıp kopya çekebiliyorsunuz.

İş Dünyası

Amerikalılarla uzun zamandır çalışıyorum ve hep iş ilişkileri için pozitif düşüncelerim olmuştu. Birçok millete göre çalışması çok daha kolay insanlar. Sonuç odaklılar. Rahatlar. Bürokrasi, işi uzatma durumları pek yok.

Ama buradaki çalışmam ve verdiğim eğitimler sırasında başka profildeki insanlarla da çalışma şansım oldu.

İş hayatında birçok Meksikalı var. Meksikalılar çalışkan, sıcak insanlar.

Zenciler de Meksikalılar gibi çok sıcak.

Bu adamlar ellerinde kağıt-kalem çok not alıyorlar. Her şeyi yazma alışkanlıkları var. Diğer milletlere göre çok dikkat çeken bir özellik.

Amerika demek reklam demek. Bu adamlar reklam mecrası oluşturma konusunda oldukça başarılılar. Yukarıda bahsettiğim gibi NBA dediğiniz olay aslında spor amaçlı değil reklam amaçlı bir organizasyon. Keza NFL de öyle olmalı, NXF de veya aklıma gelmeyen tüm üç harfli oluşumlar da.  İlk defa canlı tabelaları da bu ülkede gördüm. Bu coniler az bir paraya tuttukları ergenleri yol kenarına dikip ellerine bir karton pano veriyorlar. Bu gariban, sivilceli ergenler üzerinde mağazanın adı veya sloganı yanında kocaman bir ok içeren bu panoyu dikkat çekmek için ellerinde çevirip, sırtından döndürüp çeşitli akrobatik hareketler yapıyorlar. Benim gibi görmemişler için en az 2 dakika izlenebilen bir olay.

Reklamcılık bu kadar gelişmiş ama görsel tasarımları kesinlikle bize göre değil, ya da sadece bana göre değil. Çok basit bir ilana bakınca bile başım dönüyor. Bu kadar kımıl kımıl, gürültülü, her yerinde bir balon içinde bir mesaj olan, insanı gereksiz bilgi bombardımına tutan bir tarzları var. Bu gereksiz bilgiler genelde orta okul seviyesindeki saf insanları kandıracak düzeyde önermeler içeriyor, ya da yine bana öyle geliyor. Türkiye’de televizyonlarda gece geç saatlerde yayınlanan Amerikan satış programlarını hatırlayın. Hani ürünü iki kişi tanıtır, bu iki kişiden biri hep saf, sakar, beceriksiz ve bedbahttır. Diğer sunucu ise elindeki ürünle harikalar yaratıp yanındaki gariban insanı hayretlere düşürür. İşte basılı olan her reklam sizi o saf olan sunucu yerine koyuyor.

Teksas’lı Amerikalılar yavaş konuşup iş yapmayan tipler. Ellerinde 1 litrelik kola bardakları ile dolaşıyorlar. Uzun uzun bir şey anlatıyorsun. İfadesiz bir suratla sana bakıp sadece “OK” diyorlar.

Birkaç kere sabah 06:45’e toplantı koydular. Şaka yapıyorlar sandım. Sabah 5’de kalkıp 6’da yola çıkıp fabrikaya vardım, bir baktım 15 kişi toplantı salonunda hazır beni bekliyor. Avrupa’da sıkıysa bir adamı 6:45 de işe çağır. Bu adamlar bu tip konularda çok esnekler.

Öğle yemeklerinde herkes Deli denilen soğuk sandviç yiyor nedense. Bir iki gün idare ediyor da bir süre sonra beni sıktı.

Kısa Kısa Şehirler

San Francisco

Görmek istediğim yerlerin başında geliyordu. Ben beğendim. Şehir, gördüğüm diğer Amerikan şehirlerinden oldukça farklı. Daha Avrupalı bir havası var. Sokakları canlı, yürüyen insanlar var. İnsanlar sıcak. Gece hayatı nispeten daha hareketli. Golden Gate’in karşı tarafı bambaşka bir güzel. Sausalito tam yaşanacak yer. 🙂 Napa’ya yakınlık ayrı bir olumlu özellik. Kötü olan şey ise sis. Bazı mevsimlerde özellikle çok yoğun sis oluyormuş. Şehrin bazı kısımları ise her zaman güneşli. 2 hafta sisten çıkamayan bölgelerdeki insanların canı güneş görmek istediğinde, atlayıp güneşlenecekleri alanlara gidebiliyor. Lombard ve Market Streetler, Fisherman’s Wharf güzel yerler. Burada Asyalı yoğun bir yabancı popülasyonu var.

Los Angeles

Görecek hiçbir şey yok demişlerdi. Gerçekten yok galiba. En çok bir günlük bir şehirmiş. Hollywood bulvarı görülecek tek yer herhalde. San Francisco’da sisli ve serin bir havadan binip, ince gömlekle gezilen güneşli bir havaya indim. Ondan hala hafızamda sıcak bir yer olarak kaldı.

San Diego

İşte yaşanacak şehir. Mükemmel havası var. Evlerinin yazın klimaya, kışın ise bir ısıtma sistemine ihtiyacı olmayan bir şehirden bahsediyoruz. Allah’ın sevdiği kulları yaşıyor herhalde. Kışın sıcacık, yazın okyanus esintisi ile serin. Havası çok temiz. Biraz tatil şehri havası var. Pasifik kıyısında çok geniş plajlarında her daim dalga sörfü yapan insanlar görmek mümkün. Meksika sınırına 3-4 mil uzaklıkta. Kolayca sınırı geçip ucuza yemek, eğlence bulabilirsiniz. Burada Meksikalı yoğun bir yabancı popülasyonu var.

Arizona – Phoenix

Tam çöl iklimi. Ocak ayında şehre iner inmez arabadaki klimayı açtım, o derece sıcak. Çöl ortamı hoş. Etrafta kaktüsler. Şehir Amerika’nın büyük şehirlerinden biriymiş. California’dan farklılaşmaya bu noktada başlıyorsunuz. Yatay şehirleşme, arabalı hayat falan filan. Jenna Jamesson’ın evinin önünden geçtim. 🙂 Ülkenin zengin yaşlıları kışın buraya gelip sıcak sıcak yaşıyorlar. Romatizma ya iyi geliyor.

Texas-Dallas

İşiniz yoksa sakın gelmeyin. Zaten gelmezsiniz de. Neden geleseniz ki? Çok büyük şehir ama bana çok sıkıcı geldi. Yerel insanlara akşam ne yapabilirim diye soruyorum aldığım cevaplar hep  “Şu alışveriş merkezine gidebilirsin, sonra orada da bir alışveriş merkezi var” tarzında oldu. Ya alışveriş merkezi dışında bir atraksiyon yok mu diye sorunca şöyle bir düşünüyorlar sonra “Sanırım yok” diyorlar. Birkaç kişi şehir merkezinde Kennedy’nin suikasta uğradığı görebilirsin dedi. Gittim, caddenin ortasında bir yıldız çizmişler. “Eee bu kadar mı?” dedim. Tüm aktivite 2.5 saniye sürdü. Yani iş dışında gidilecek bir yer değil.

St.Louis

Sakin bir Orta Amerika şehri. Arizona’da 30 derece sıcaklıktan 5 gün sonra gittim ve dizime kadar kar vardı. Burada donmuş bir göl üzerinde bile yürüdüm. Çok güzel bir botanik bahçesi var. İçindeki klimatron ayrıca güzel. Şehir Mississippi nehrinin kıyısında. Nehir pek güzeldi. Üzerinde dev buz kütleleri falan yüzüyor. Ayrıca gördüm ki bu nehir zaman zaman 4 metre kadar yükseliyor ve şehrin bir kısmını ve üzerindeki tüm köprüleri sular altında bırakıyor. Nehrin etrafındaki dev duvarların hizasına kadar suyun yükseldiğini hayal etmek çok şaşırtıcı. “St.Louis in Arc”ı denilen dev bir kemeri var. Şehrin alametifarikası olmuş.

, , , , , , , , ,

  1. #1 by Aysun on 19 Ocak 2012 - 07:48

    Cok guzel yazmissiniz.Buyuk keyifle okudum. Hindistanla basladim ama bir gunde diger tum yazilarinizi okumaktan kendimi alamadim. Okurkende sizi cok kiskandim. Hepsi icin buraya yaziyorum. Elinize saglik.

    • #2 by Kamil on 11 Şubat 2012 - 22:26

      Bunca insan okudu ilk yorum sizden geldi. 🙂
      Çok teşekkürler….

  2. #3 by ozan on 11 Şubat 2012 - 22:20

    merhaba üstat …. hemen hemen bütün yazılarını okudum gercektende çok hoş….hayalini ettiğim yaşamı sürüyorsun , tadını çıkar 🙂

    • #4 by Kamil on 11 Şubat 2012 - 22:26

      Çok teşekkür ederim 🙂

  3. #5 by öZgür Ökten on 12 Şubat 2012 - 02:53

    Klavyene sağlık, güzel bir özet olmuş..
    Okurken Newyork’a ilk gittiğimde JFK’den Queens’e taksi ile gelip, henüz hiçbir fikrim olmayan “zorunlu bahşiş” mevzu yüzünden taksici ile sokak ortasındaki kavgamızı ve Philedelphia’da orman içindeki ıssız yolda STOP tabelasında yavaşlayarak geçtiğim için polis tarafından durdurulup cezadan sevimlilik yaparak kurtulduğumu hatırladım.. 🙂

    • #6 by Kamil on 12 Şubat 2012 - 10:34

      İşte ancak STOP tabelasında duran anlar sürekli durup kalkmanın bize ne kadar zor geldiğini demiştim.

      Batı sahili benim gezdiğim yerlere göre çok daha farklı diyorlar. Bir dahaki sefer New York’a bir iki gün ayıracam bende.

      Selamlar….

  4. #7 by ayse on 05 Haziran 2012 - 16:33

    iletişim sorunu olanlara psikiyatri yerine Amerika’ya gitmelisin denmeli. (: (benim için de bu geçerli.) kalıcılığı var mı diye bir soru aklına takılsa da…
    yazıyı okurken çok eğlendim.
    teşekkürler

    • #8 by Kamil on 05 Haziran 2012 - 16:37

      Kalıcı değil. En azından bende kalıcı olmadı. Yine eski Kamil’im.

  5. #9 by tugba on 04 Ağustos 2012 - 10:37

    merhaba ;
    bende amerikaya gitmeyi düşünüyodum ama aupair kapsamında arizona denk geldi .şehir hakkında bildiklerini benimlede paylaşabilir misin . ?
    Teşekkürler

    • #10 by Kamil on 08 Ağustos 2012 - 23:58

      Ortağım üniversiteyi Arizona’da okudu. Mail adresini verebilirsen bazı ipuçları gönderebilirim.

  6. #11 by ozgurkayamutluOzgur on 25 Aralık 2012 - 00:12

    Merhaba,
    Amerika yazınızı gulumseyerek okudum. Blogunuzda belirttiğiniz gibi bir gezi yazısı değil ama tarzınız çok farklı. Sanırım günlük pratik hayatı anlatmayı daha cok seviyorsunuz. Size bir sorum olacak. Ben 2013 yılında bir dunya turuna cıkmayı planlıyorum (USA, G.Amerika ve Uzakdogu) ve gezi oncesi USA’de 1 ay kadar kalıp bolca İngilizce pratik yapmayı planlıyorum. (belki bir dil kursu) Dolayısıyla kaldıgım 1 ay boyunca bolca yuruyebileceğim, cafelerinde oturabileceğim, insanları gozlemleyebileceğim bir şehirde kalmak istiyorum. Şu an bana en yakın gelen şehir San Francisco ki sizin yazdıklarınız da sanki beni biraz destekliyor. Ama farklı fikirleriniz olursa sevinirim. Teşekkurler

    • #12 by Kamil on 25 Aralık 2012 - 10:44

      Merhaba,

      Öncelikle yorumunuz için teşekkür ederim.
      Benim gördüğüm ve etrafımdan da aldığım bilgiler kesinlikle San Francisco diyor. Zaten aradığınız şehir hayatı ise 2 belki 3 alternatifiniz var ki sıcak insan bakımından batı kıyısı en iyisi.

      Ama böyle bir gezi için ben olsam Uzak Doğudan başlardım. Az gelişmişten çok gelişmişe gitmek kesinlikle daha iyi olacaktır. Amerika’da geçen 1 aydan sonra Güney Amerika’da gireceğiniz mahalle sayısı, yemek yiyebileceğiniz mekan sayısı ciddi azalacak.

      İngilizce pratiği yapıp ondan faydalanırım diyorsanız şunu söyleyebilirim, Uzak Doğunun bir çok yerinde bildiğiniz İngilizce çok bir işe yarayamayacak, daha farklı iletişim becerileri geliştireceksiniz. Kaldı ki dünya turu diyorsanız amacınız da bu olmalı.

      İyi eğlenceler.

  7. #13 by Tuğba Ergün on 02 Ekim 2013 - 13:18

    Merhaba,
    Yazılarınız keyifle okudum, ne derlerdi, heh kaleminize sağlık 🙂 Yalnız Los Angeles’a biraz haksızlık yaptığınızı düşünüyorum 🙂 Universal Studios, Santa Monica, Venice Beach, Long Beach, Malibu, Disneyland görülebilir diye düşünüyorum 🙂
    Selamlar,

    • #14 by Kamil on 02 Ekim 2013 - 14:26

      Teşekkür ederim. 🙂
      Elbette görülecek yerler var. Hatta Amerika her şehrinde ya doğal, ya eğlence ya da aktivite merkezi olarak bir çok olasılık sunuyor. Los Angeles kendisine ait (California’dan farklı) bir dokuya sahipmiş gibi gelmedi. Mesela San Francisco öyle değil. Bir ruhu var. 🙂

  8. #15 by jean chrstopher on 02 Kasım 2013 - 16:22

    sanırım vize olayı iş için gitmeyenlere o kadar kolay değil.çoğu yerde yazılmyan farklılıkları yazmışsınız.tv de gezi programı yapanların örnek alması lazım.

    • #16 by Kamil on 02 Kasım 2013 - 16:24

      Teşekkürler yorumunuz için.

  9. #17 by tuba on 10 Ocak 2014 - 20:48

    Kamil Bey;
    Yazılarınızı bayılarak okudum. Hintli arkadaslarimi biktirdiğim Hindistan sorularıma sizin yazinizda daha cok cevap buldum inanin 🙂 Bu arada Singapur da gormek istedigim yerler listesinde ön siralara gecti sayenizde.
    Sadece New York ve Dallas i gorebilmis biri olarak “Ben Dallasi pek bir sevmistim.(gruptakilerde sizinle ayni fikirdeydi oysaki :))
    Bu arada yurt ici ucuslarinda AA yi kullandik ve hosteslerin yas ortalamasi gruptaki esleri hayal kirikligina ugratti 😀 Biz ise takdir ettik.Yeni yazilarinizi dort gozle bekliyorum.

    • #18 by Kamil on 10 Ocak 2014 - 23:51

      Merhaba,
      Yeni bir okuyucu kazanmak ne güzel. Güzel sözleriniz için ayrıca teşekkür ederim.
      Umarım tez zamanda Singapur’u da görürsünüz.
      Selamlar

  10. #19 by asu ercan on 09 Mart 2014 - 14:39

    merhaba , yazılarını çok beğendim 🙂 mesleğiniz ne çok merak ediyorum cevap yazarsanız sevinirim ..

    • #20 by Kamil on 09 Mart 2014 - 17:51

      Merhaba,
      Beğeni için teşekkürler. 🙂
      Aslında yukarıda Yazar Hakkında diye bir bölüm var.
      Bilgisayar Mühendisiyim. Yazılım ve teknoloji işleriyle uğraşıyorum.

  11. #21 by asu ercan on 10 Mart 2014 - 18:37

    Yazılarınızı okumaya dalmışım ,Inanın okuduktan hemen sonra fark ettım ”yazar hakkında” bölümünü.. Bende mühendislik okuyorum .. hep böyle seyehat edebileceğim bir mesleğim olsun istemişimdir gerçekten çok şanslısınız 🙂

  12. #22 by sinyor murat (@tonihtisthenigh) on 28 Ekim 2014 - 20:17

    Güzel yazmışsınız, tebrik ederim. Yazının son bölümünü, o kadar yazdık çizdik artık atarsınız bir % 20 bahşiş diye bitirseydiniz daha çarpıcı olurmuş. 🙂

    • #23 by Kamil on 28 Ekim 2014 - 21:24

      🙂
      Güzel olurdu ama 0’ın %20’si yine 0 yaptığı için gerek görmedim. 🙂

  13. #24 by Sharaf on 06 Kasım 2014 - 19:22

    Ellerine sağlık. Yeni şeyler öyrenmiş oldum. Bir de senden bişey sorucaktım, İsveçi ve Amerikayı görmüş biri olarak. İsveç Amerikadan daha sıkıcı mı? Yoksa durumlar hemen hemen ayrı mı? Yeni yılda İsveçden Amerikaya taşınmayı düşünüyorum. Sırf monoton hayat tarzına göre. Senin fikirlerini almam çok önemli benim için. Teşekkürler.

    • #25 by Kamil on 06 Kasım 2014 - 19:37

      İsveç kesinlikle Amerika’dan daha sıkıcı. 🙂 Amerika’da küçük şehirlerde bile belirli bir miktar aktivite var. Ama büyükşehirlerin Downtown’ları son derece canlı. Spor olayları, farklı etkinlikler sürekli bir hareket var.

  14. #26 by Sharaf on 06 Kasım 2014 - 22:15

    Teşekkür ederim:)

  15. #27 by muhlis on 27 Ocak 2015 - 08:32

    Cok guzel yaziyorsunuz bu okudugum 4.yaziniz imreniyorum acikcasi ama barlar kirmizi isik bolgelerini degil tabi 🙂

    • #28 by Kamil on 27 Ocak 2015 - 08:34

      Teşekkür ederim. O zaman sırada Singapur yazısı olsun.

  16. #29 by onu eroğlu on 19 Mart 2015 - 17:06

    valla izlenimleriniz mükemmel bi şekilde yaziya dökmüşsünüz hikaye gibi akıcı olmuç çok güzel.. görmüş kadar olduk bizde

  17. #31 by Serdar on 14 Nisan 2015 - 11:05

    Uzun yazıların akıcılığını korumak zordur ama yazınıza bayıldım doğrusu. Görmüş yaşamış kadar oldum, harika anlatmışsınız. Elinize sağlık.

  18. #32 by TALHA ATEŞ on 21 Haziran 2015 - 22:46

    Yazılarınızda Amerika, Ukrayna ve Kenya bölümleri çok ilgimi çekti. Başarı ve sağlıkla yolunuza devam edin.

    • #33 by Kamil on 21 Haziran 2015 - 22:48

      Teşekkür ederim 🙂
      Singapur ve İsveç’i de tavsiye ederim o halde.

      • #34 by TALHA ATEŞ on 22 Haziran 2015 - 16:13

        Sizin gibi çok sayıda gezgin, seyahatlerini kaleme alıyor. Açıkça belirtmek gerekirse sizin iki farklı yönünüz var.

        1-Bütün gezi yazarlarında özellikle kendilerini anlatırlar ve fotoğraflarlar. “Şimdi arkamda dünyaca ünlü …. var “, ” Şimdi ben ….. mağazasında alış-veriş yapıyorum”…..:))

        2-Onlar için hayat sadece görsellikten ibaret. Her ülkede renkli evler, en modern kadınlar, en temiz sokaklar, oradaki deniz ve plajlar en güzeli …. Hiç gittikleri yerlerde yaşam koşullarından, güvenlik ve huzurdan yazmazlar. Her gittikleri yer dünyanın en güzel, en güvenli, en yaşanır, en modern yerleridir. Fakat bizim ülkemiz tam tersinedir…..:))

        Sizin yazınızda biraz kendimi buldum. Özellikle gerçekçi ve yalın anlatımlarınız çok olumlu. Ayrıca sizin arkanızdan oralara gidecek olanlar için bilgi kaynağı. Mesela Çin’de alış-veriş yaparken yaşadıklarınızı veya Arabistan hatıralarınızı ailem ile paylaştım.

        Amerika ve Ukrayna konusunda çok yazılar okudum fakat sizin gerçekçi anlatımlarınız tam rehber kıvamında. Amerikan halkının hiç konuşmadığını. Hiç selamlaşmadığını, despot ve ırkçı olduklarını, Müslüman insanlara düşman olduklarını anlatan yazılar okudum. Ukrayna ise bir cennet ve huzur ülkesi. İnsanlar ise birer melek olurdu….:))

        • #35 by Kamil on 28 Haziran 2015 - 09:09

          Merhaba, 2 saat önce Çin’den döndüm ve cevap bekleyen bir sürü yorum birikmiş.

          Size katılıyorum.
          1) Oraya gittiğini kanıtlamak için anıtlar önünde fotoğraf çektirme ve selfie hakkındaki görüşlerimi blogun facebook sayfasında örnekleri ile paylaştım. Ne mutlu ki gittiğim 60 küsur ülkenin 55 tanesine tek kare kendi fotoğrafım yoktur. Kendimi görmek istesem aynaya bakmam yetiyor çünkü 🙂

          2) Aslında iki tip tutum var bu konuda ve ben ikisini de aynı derece de itici buluyorum.
          Birincisi sizin yazdığınız “Adamlar yapmış, bizden bir şey olmaz” cılar. Bu insanlara göre her şeyin en iyisi en süperini yabancılar yapmıştır. Sadece insan yapısı olan konular değil, doğanın da en süperi, havanın da en güzeli, suyun da en şahanesi oradadır. Hatta kendi gittiği yerdedir. Gittiği pizzacı kesin İtalya’nın en iyi pizzacısıdır ve olağan üstüdür. Vs..
          İkinci profil de bunun tam tersidir. Ne görse daha iyisi zaten Türkiye’de vardır. Hatta o kişinin memleketinde vardır. Bu adamı yağmur ormanlarına götürsen bizim oranın ormanlarının yanında burası bir hiç der. 65 farklı mayadan farklı ekmekler yapan, dünyaca ünlü bir mekana götürsen, “Bizim sokaktaki fırının ekmeği bunların hepsinden güzel” der. Hatta sorsan dünyanın en ama en güzel mutfağı onun doğduğu şehirin mutfağıdır. Ve şu tesadüfe bakın ki dünyanın en güzel yemeğini yapan kadın da annesi olmuştur. Annesi olduğu için yemeğini seviyor olabileceğine ihtimal vermez.
          Yabancı milletlerin insanları hep kötü, düzenbaz, ahlaksızdır onlara göre.

          İkisini grubu da sık sık görüyorum ve dediğim gibi ikisine de gıcık oluyorum. 🙂

  19. #36 by sevde on 24 Kasım 2015 - 16:39

    her zaman ki gibi harika olmuş =) sanırım okumadığım bir ve ya iki yazı kaldı, artık dinlenmek için okuduğumdan dolayı onları da azar azar okuyorum ki bitmesin 🙂
    artık çoğunu okuyunca sadece bir ülkeye, millete dair notlardan ziyade ‘insan’a dair bir şeyler bulmaya başladım. hatta dün gece amerika ve pakistan’ı okuduktan sonra düşündüm ki insan, sınırlandırılamayacak, kestirilemeyecek kadar güçlü bir iletken ( şu an bunda daha iyi bi ifade bulamadım)
    ben bi kuran kursunda görev yapıyorum, pek çok mesele hakkında 16-17 yaşındaki arkadaşlarla konuşuyoruz.insan, kültür, inanç, ahlak, davranış vs.. şu son zamanlarda sizin gezip gözünüze takılan şeylerden derste anlattığımı fark ettim 🙂 teşekkür ederim
    umarım daha fazla gezme fırsatınız olur

    • #37 by Kamil on 24 Kasım 2015 - 20:17

      Yorumunuz çok mutlu etti. Bu arada ABD yazısı blogun en zayıf yazısıdır. Ve bu yazı sonrası 3 kere daha yoğun ABD ziyaretlerim oldu. Vakit bulduğumda bu yazıyı da güncelleyeceğim. Burası biterde en az burası kadar yazı, bilgi ve anı içeren blogun facebook sayfasını da ziyaret edebilirsiniz.
      Selamlar

      • #38 by sevde on 24 Kasım 2015 - 20:53

        diğerleri de okudum, yorum buraya denk geldi, pek de zayıf değil doğrusu 😉
        acaba ortadoğu ülkelerine gitmiyor musunuz yoksa henüz fırsat mı olmadı yazmak için? mesela bi iran’ı sizin gözleminizle okumak isterdim 🙂

        • #39 by Kamil on 24 Kasım 2015 - 20:56

          Çok gidiyorum. Facebook’ta çok yazdım. Onlarca kez Birleşik Arap Emirlikleri, 7-8 kere Katar, 4 kere Kuveyt, 13 kez Suudi Arabistan, Lübnan, Irak, ….
          Ama İran’a hiç gidemedim ve çok gitmek istiyorum. İran hakkında hep olumlu şeyler duyuyorum.
          Diğer ülkeleri (Suudi hariç) bir blog yazacak kadar farklı bulamadım birbirinden. O nedenle facebook’ta kaldı onlar. Ama İran geçmişi ve kültürü ile kesinlikle ayrı bir yazı olur.

          • #40 by sevde on 24 Kasım 2015 - 21:10

            evet suudi arabistan’dan faydalandım..hatta derste konuştuğumuzu hatırlıyorum. tefsir ve islam tarihinden dolayı arap kültürüne aşinayız.. sizin anlattıklarınız ( tabi ki kesin delil muamelesi yapmıyoruz 🙂 ) hindistan, pakistan hatta -şu atalarına ibadet edenler kenya’ydı galiba tam anımsayamıyorum, konuştuklarımızın üzerine denk geldi yani andık bi hayli
            inşAllah iran’ı da okuruz diyelim o zaman..face’de bi göz atayım en iyisi
            klasik ama samimi olarak; kaleminize sağlık
            iyi akşamlar

  20. #41 by Merve on 08 Temmuz 2016 - 17:47

    Suudi Arabistan yazısı ile başladım ve kendimi hepsini okumak isterken buldum. Çok akıcı, insanı sıkmadan, objektif bir şekilde anlatıyorsunuz. Ama Amerikalılara karşı olan önyargılarımız neredeyse ortak, sizinkiler kırılmış ama benimkiler hala duruyor. Kim bilir belki bir gün benimkiler de kırılır 🙂

    • #42 by Kamil on 08 Temmuz 2016 - 17:49

      ABD yazısı güncellenmeli. O yazıyı yazdıktan sonra 5 kere daha gidip aylarca kaldım. blogun facebook sayfasında detaylı ama kısa kısa yazdım. Oraya da beklerim.

  21. #43 by nilay on 11 Ağustos 2016 - 14:08

    yazılarınız çok hoş .Okuması zevkli ellerinize sağlık. Bir de böyle esprili bir dilden Türkiye yi okumak isterdim. Her nekadar kendi ülkeniz de olsa , yine de bir yazı yazmanızı ülkemiz hakkında çok isterim

Yorum bırakın