İtalya İzlenimleri

Ponte Vecchio, Floransa

Ponte Vecchio, Floransa

İşte geldik İtalya’ya. Önce iki satır konu dışına çıkacağım, sabredin. İlginizle blog tuttu. On binler okudu, yüzler yorum yaptı, ePosta attı, soru sordu. Herkese teşekkürler. Aldığım tek olumsuz yorum yazıların uzunluğu ile ilgili. Arkadaşlar, kimse size bir oturuşta okuyup bitirin demiyor. Bir kitap aldığınızda tek oturuşta bitirecem diye inat etmiyorsanız burada da etmeyin. Bookmark diye bir şey var, tatlı tatlı okuyun işte. Kaldı ki bunlar kısaltılmaya çalışılmış sürümler, anlatmak istediklerimin yarısını hiç anlatmadan geçiyorum, hepsi içimde kalıyor. Seyahat planlarım nedeni ile kısa bir süre yazılara ara vermiştim. İtalya ile devam ediyoruz. Ve bu yazıyı eleştirileriniz nedeniyle iyice kısa tuttum. 🙂 Evet, klasik girişimle başlayayım, 5 yılda 5 kere giderek kendimce istikrarımı sürdürdüğüm (bu yazıyı yazarken ortaya çıkan bir durum nedeni ile 2 hafta sonra tekrar giderek tüm istatistikleri bozacağım korkarım), iş dışında turistik olarak da sonuna kadar faydalandığım, dünya üzerinde yediğim en güzel yemekleri yediğim ve ilk yurtdışı gezimi yaptığım kurtlu insanların ülkesi İtalya’ya. Aynen Hollanda’da olduğu gibi sadece turistik merkezlerinde bulunmak dışında köylerinde, kasabalarında aylarımı çalışarak geçirerek gerçek İtalya’yı ve İtalyanları tanıma fırsatını bulduğuma inanıyorum. Bunun dışında en görülesi şehirlerini de en az ikişer kere ziyaret edecek kadar şanslıydım. İlk izlenim kısmı gerçekten ilk izlenimlerimdi çünkü ilk yurtdışına çıkışımdı ve havaalanından başlayarak her yerde bizim turistlerin en sıradan işlerde bile canla başla çalıştığını görmek gerçekten ilginç gelmişti. Bugün bile ilgi çekici bulduğum İtalyan halkı ile ilk tanışmam esprili bir sınır polisinin Modena’ya gideceğimi söylediğimde “Ferrari almaya mı gidiyorsun?” demesi ile başladı ve bu cümleyle ilk başlığımız olan İnsanlara bağlanıyoruz.

İnsanlar

İtalya’yı genelde iş amaçlı ziyaret ettiğim için gözlemlerimin kayda değer kısmı iş ortamında oldu. Bu açıdan bakınca bu adamların nasıl başarılı olduğunu anlamak zor. Hep bana mı denk geldi bilmiyorum bir türlü zeki bir İtalyan’la çalışamadım. Farklı bölgelerde, farklı sektörlerde, farklı firmalarda, farklı yaş grupları ile birçok proje yapma şansım oldu. Değişmeyen tek şey zaman zaman yaşadığınız bir duvarla konuştuğunuz hissi veya karşınızdaki insanın birden son 6 aydaki tüm konuşmaları unuttuğu veya daha kötüsü hiç anlamadığı korkusu. Sık sık “Eee bunu kaç kere konuştuk, size anlattım, siz de onayladınız” demeniz gerekiyor ve karşınızdaki hala şaşkın şaşkın size bakabiliyor.

Geceyarısından sonra Pantheon

Karşımdaki kesin aptal diye düşünüyorum ama sonra bakıyorum bu adamın diğer memleketlilerinden bir farkı yok. Dahası o diğer hemşerileri topluca bir sürü şey başarmış. Bu çıkmazı açıklayan tek çözüm benim aptal olan kişi olmam. Benim aptal olmadığım varsayımı ile çözüm aramaya devam edersem durumu iki nedenle açıklayabiliyorum. Genel olarak İngilizce yetkinlikleri Avrupa ortalamasına göre oldukça az, sizi sandığınız kadar iyi anlamıyorlar ama çok güzel anlıyor gibi duruyorlar ve tanıdığım tüm milletlerden daha farklı bir düşünme sistematiğine sahipler. Bir milleti tanımak için söylendiği gibi onlarla tatile çıkmak yerine onlara bir problem verin ve nasıl

Neptün, 2008

çözdüklerini izleyin. Kimi millet çok iyimser oluyor ve bu problemin bir daha ortaya çıkmayacağını umarak hayatına devam ediyor, kimisi en basit yama ile problemi kapatıp işe yaramasını ümit ediyor, kimisi de kökten sorunu inceleyip var olma durumunu yok etmeye çalışıyor. Ama İtalyanların ne yapmaya çalıştıklarını onları izlerken anlamıyorsunuz. 3 saat konuyu tartışıyorlar. Tartışmanın yarısı problem hakkında bile olmuyor. Sonra buldukları çözüm genelde direkt konu ile ilgili olmadan bir şekilde sorunu gideriyor. Tamam, aptal değiller ama zeki de değiller. Sadece farklılar. İtalyanlar yaşadıkları coğrafyaya göre farklılaşma konusunda da beni şaşırttılar. Bu farklılaşma sonucu kendileri bile ülkeyi kuzey ve güney diye ikiye bölmüş durumdalar. Hatta ve hatta durum o kadar ciddi ki toplumun azımsanmayacak bir kısmı (özellikle Kuzeyli İtalyanlar) ülkenin siyasi olarak ikiye ayrılmasını ve iki ayrı devlet kurulmasını istiyorlar. Bunu isteyen kuzeylilerin oranı öyle %0.5’lerde değil. Zaman zaman bu oranı %30’ları buluyormuş. Kendi anlatımları ile güneyliler çalışmayı sevmeyen, tembel, çok konuşan, dalavereci, aynı zamanda kanun dışına çıkmaya meyilli insanlarmış. “İtalyan ekonomisinin %80’ine yakınını biz üretiyoruz, güney de bizim üzerimizden geçiniyor” diyorlar. Mafya da, organize suç örgütleri de, ülkedeki tüm yasadışı işler de güneylilerin başının altından çıkıyormuş. Aşağı yukarı bu cümleleri kuzeyde sohbet ettiğim 5 kişinin 4’ünden duydum. Bu anlatılanları bizzat gözlemleyecek kadar deneyimim olmadı ama bakınca güneylilerin klasik akdeniz insanı olduğunu anlıyorum. Çünkü güneylileri sevmeyenlerin verdikleri birçok örnek bana “Eeee ne var bunda” dedirtecek cinstendi. Bir de siz dinleyin; “Bir günde en çok 3-4 saat çalışırlar, çok uyurlar, her işi ertelemeyi severler, sürekli sonra yaparım derler. En sevdikleri şeyler yemek yemek, içki içmek, sohbet etmek, eğlenmek, uyumak. İşlerini yapmak veya yaptırmak için rüşvet alırlar ve verirler, sürekli birbirlerini kollarlar, bir güneyli bir işe girdimi tüm akrabalarını aynı yere sokmaya çalışır, kişisel hijyenlerine önem vermezler, 3 günde bir duş alırlar(aslında direkt duş almazlar, pistir dediler de ben burada kibarlaşarak aktarıyorum), ….. Liste böyle uzayıp gidiyor. Ben kuzeylilerin yalancısıyım. Sonuçta bu ayrı devlet olma isteği dönem dönem iyice ciddileşiyor, hatta meclislerinde dahi tartışılıyor. Moda, giyim kuşam konusunda iyiler. Dünyada boşuna İtalyan modası diye bir kavram oluşmamış. Ve bu moda 2010’larda erkeklerde lacivert dar kesim takım elbise, yüksek yakalı beyaz gömlekten ibaret. Bu yıl sokakta gördüğüm takım elbiseli her İtalyan er kişi lacivert giyinmişti. Ayrıca erkeklerde fular modası yaygın. Kırışık, ince, tül benzeri fularları katlayıp katlayıp boyunlarına atkı misali doluyorlar. Kültürel farklılıklar her zaman bu kadar gözle görünür olmayabiliyor. Bazı konuları ancak tesadüfler ortaya çıkarıyor. 2007 yılındaki ilk ziyaretimde kurmaya gittiğim bilgisayar programının ekran tasarımlarında maskot olarak bir arı vardı. Türkiye’deki fabrikada aylardır ekranda duran bu arı İtalya’da rahatsızlık yarattı. Müdürleri yanıma gelip arıyı görmek istemediklerini söyledi. Neden diye sorduğumda “Arı bir böcektir, pistir, biz gıda işi yapıyoruz, hijyen önemli, zaten neden ekranda bir arı resmi var onu da hiç anlamadık” diye açıkladı. Arı neden pis olsun ki, arı çalışkandır, bal yapar diye anlatmaya çalıştım. Bir kere arılar sadece bizde çalışkan sanırım çünkü İtalyanlar arıların neden çalışkan olduğunu da anlayamadı. Hatta biraz dalga geçerek “Sinekler de çalışkan mı sizde?” diye bıyık altından gülerek sordu. Sonuçta onlar da haklı, arı bir böcek. Ama bizim kültürümüzde olumlu bir hayvan iken İtalya’da sadece bir böcek. Sonuçta arı resmi kaldırıldı… İnsanlar hakkında dikkatimi çeken bir konu da ıslık çalmayı çok sevmeleri. Tek başına çalışan her 10 İtalyan’dan 5’i ıslık çalarak çalışıyor. Yerleri paspaslayan adam, taksiyi kullanan şoför, masalardaki boş tabakları toplayan garson…. sessiz sessiz ıslık çalıyorlar hep. Genel olarak İtalyanlar yaşamdan zevk alan, yaşamayı zevkli hale getiren, bize göre daha mutlu görünen bir toplum. Bu amcalar kendilerine fazlaca güveneniyor ve beğeniyor. Sohbetlerinde kendilerini ne kadar beğendiklerini sık sık belli ediyorlar. Dünyada en iyi futbolu biz oynarız, dünyada en güzel yemekleri biz yaparız, en iyi arabaları zaten biz yapıyoruz, dünyanın en güzel şarapları Toskana’dan çıkar, bizim kadınlarımız çok süperdir, erkeklerimiz hüperdir…. Siz de dinleyip başınızı sallıyorsunuz. Aslında bu sohbet ülkeden, milletten bağımsız her yerde başıma geliyor. Yerel birileriyle biraz yakınlaşınca illaki o kişinin kendi kültürünün ne kadar eşsiz, ne kadar kadim, ne kadar zengin olduğuna geliyor. Ülkesini en sevmeyen en çok eleştiren adam bile konu kendi kültürüne gelince coşuyor.

Dil

Garip bir şekilde seviyorum bu adamların dillerini. Son derece melodik geliyor konuşmaları. Özellikle İtalyanca şarkılarda pek akıcı duruyor. Ve nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde anlıyorum ne konuştuklarını. Dilleri güzel ama vurguları o kadar sert ve uzatmaları o kadar farklı yerlerde ki, İtalyanlar Çinlilerden sonra gördüğüm başka bir dili seslendirme konusundaki en kötü ikinci millet. Ne kadar iyi İngilizce bilirlerse bilsinler konuşmaya başladıklarında o İtalyan tonlamasını bir türlü bırakamıyorlar. Her kelimenin ikinci hecesindeki sesli harfi öyle uzatıyorlar ki farklılığa adapte olana kadar ki konuşmaların bir kısmı çöpe gidiyor. İtalyanlar bana bir cümledeki tüm kelimelerin doğru telaffuz edilmesinden çok, cümlenin tonlanmasının aksanı oluşturduğunu öğretti. Çalıştığım insanların konuşmasında ortak tonlama dışında en çok dikkatimi çeken şey sayılar ve kısaltmalar oldu. Bu adamlar sayıların başka dillerde başka kelimelerle ifade edildiğini kesin bilmiyorlar. Bir toplantı sırasında 10 kişinin 10’u da konuşmalarında tüm sayıları İtalyanca söyleyerek sizi başka alemlere götürebiliyorlar. “In this process we have cinque steps” gibi cümleleri o kadar sık duyuyorsunuz ki bir süre sonra kendinizden şüphe ediyorsunuz. Dördüncü ziyaretimde yakın gördüğüm bir İtalyan’a sırf bu konuyu sormak için blogumdan bahsettim. Gittiğim ülkelerdeki gözüme takılan farklılıklar üzerine yazıyorum diye oltamı attım. Şu ana kadar bunu duyan herkes gibi ilk lafı “Peki bizde bir farklılık var mı?” oldu. Ohhooo diye adamı yeterince meraklandırdıktan sonra ilk olarak bu rakam olayını söyledim. İki İtalyan da önce öyle bir şey yaptıklarını fark etmediklerini, hatta yapmadıklarını söylediler. Daha 2 saat önceki toplantı sırasında kendi ağzından çıkan cümleleri önlerine koyunca ciddi ciddi şaşırdılar. Bir süre düşünüp gerçeği kabullendikten sonra “Ama rakamların yazılışları İngilizcede de İtalyancada da aynı, ondandır” diyerek duyduğum en aptalca açıklamayı yaptılar. Dedim size bu adamlar zeki gibi durmuyor diye.

Floransa'da gün batımı

Floransa’da gün batımı

Aynı durum tüm kısaltmalar içinde geçerli. Hepsini İtalyanca harflerle kodluyorlar. Bir de “Allora” olayı var ki hiç sormayın. Hatırlıyorum da 2007 yılındaki ilk toplantımın ilk saatinde adamları dinlerken çaktırmadan internete girip bakmıştım nedir bu allora diye, o kadar dikkatimi çekmişti. Allora aşağı allora yukarı…. İngilizce konuşmada bile her paragraf, bazen her cümle allora ile başlıyor. Bismillah gibi bir şey mi demiştim. Meğer “şimdiiiii, o zaman” gibi konuya giriş nidasıymış.

Trafik

Dünya üzerindeki her ülke gibi İtalya’da da trafik bizden farklı. Herşeyi çok iyi yaptıklarını düşünen İtalyanlar herhalde en çok trafik konusunda kendilerini eleştiriyorlar. Hem de bana göre haksız yere. İtalyan şoförlerin çok kaba olduğunu, kimseye yol vermediğini, trafiğin çok çılgın olduğunu, yabancıların çok zor araba kullandığını anlatıp durdular. Verdikleri örnekte şöyle. Yaya yola adım attı mı araba ancak dibine gelince duruyormuş ta, İsveç’te 30 metre önceden yavaşlıyormuşmuş. “Vah vah, bak sen şu kaba şoförlere” dedim dinlerken. İsveç karşılaştırması doğru ama İsveçliler de bu konuda işin tadını kaçırmış durumdalar. Şöyle bir anım var. Malmö’de bir binanın fotoğrafını çekmek için caddeden en az 2 metre içerde, kaldırımda bekliyorum. Amacımda kadraja araç girmesin diye zaten yoğun olmayan trafiğin boş bir anını yakalamak ve binayı bütün halde fotoğraflamak. Yol kenarında durduğumu gören her araç caddeyi geçme ihtimalime karşı önümde durdu. Kaç arabaya hatta otobüse elimle “Devam et, caddeyi geçmeyecem” işareti yaptım hatırlamıyorum. Sonunda sıkılıp fotoğrafı da çekmedim, bıraktım yoluma gittim. Tamam burası bir İsveç veya bir Almanya değil ama İtalya’da trafik yine de oldukça medeni. En başta araçların tipi, boyu, kullanma alışkanlıkları, park yöntemleri ve en son olarak da yaya alışkanlıkları değişik bu adamların. İtalya’da trafik demek motosikletler ve küçük arabalar demek. Anavatanındasınız diye her yerde Ferrari, Lamborghini, Maserati görmeyi beklemeyin. Ben 1 ay Ferrari ve Lamborghi’nin yapıldığı Modena’da kaldım, orada bile sokakta pek bu araçları göremedim. Ürettiklerinin tamamını ihraç mı ediyorlar anlamadım ama şehir içinde bu araçları kesin göremiyorsunuz. Zaten Roma’nın, Floransa’nın sevgi yolundan hallice olan taşlarla kaplanmış caddelerinde bir Lamborghini kullanmak cinayet olurdu. Tabi ki ve haklı olarak en yaygın marka Fiat. Türkiye’de düşük kalite imajına sahip Fiatlar burada beni şaşırttı. Her bindiğim Fiat’ta “Bizdekiler böyle değil yaaa” dedim. Smart For2’lar da çok yaygın. Alfalar bile şehir merkezlerinde pek gözünüze çarpmıyor. Adamlar büyük araba sevmiyor ve kullanmıyorlar. Şehirlerde daha bir kere bile cip veya kamyonet görmedim. Çöp kamyonları bile benim arabamla aynı boyda. Minibüsleri gerçekten mini, ama çok sevimli. Arabalar küçük olunca benzin istasyonları da küçük oluyor. Sokak kenarına iki pompa koyup gece kondu gibi benzin istasyonu yapıverebiliyorlar. Her İtalya dönüşüme yakın neden büyük bir sedan kullandığımı sorgulattı bu adamlar bana. Ama Türkiye’de havaalanına iner inmez o etki geçiveriyor ve maalesef her arabam bir öncekinden daha büyük olmaya devam ediyor. Şehirlerinde biraz zaman geçirince İtalyanların trafik anlayışlarının, küçük araba ve motosiklet tercihlerinin ne kadar doğru ve mantıklı olduğunu anlıyorsunuz. Şehirler çok büyük değil, bir uçtan bir uca en çok 20 dakikada gidebiliyorsunuz, sokaklar dar, binalar tarihi, park yeri kısıtlı… tüm bunları alt alta koyunca ve bizdeki gibi arabayı statü sembolü yapmayınca sonuç doğal olarak bu oluyor.

Konserveden hallice

Tamam, sonuç bu oluyor da git küçük Yarisler, Corsalar kullan. Hadi iyice abartacaksan 2 kişilik Smartlar kullan. Ki kullanıyorlar… Ama yok bu adamları kesmemiş saydığım arabalar. Acayip acayip, arka bahçesinde kendisi yapmış gibi duran garip şeyler yapıp onlara da biniyorlar. Hele bu ucubik arabaların içinde 65 yaşında nineleri görünce daha da bir sempatik görünüyorlar. Metropollerde bu Smart For2lar bizde 90‘ların sonundaki Şahinler gibi olmuş. Bazen bir sokağa giriyorsunuz. Yan yana park etmiş 15 tane Smart görüyorsunuz, sanki açık hava Smart For2 galerisindesiniz. Hele hele bu arabaları diklemesine iki arabasının arasına park etmiyorlar mı? Yok yok adamlar zeki. Küçük arabaların dışında kalan araçlar da motosikletler, yani Vespalar. İtalya zaten Vespa’nın anavatanı. Her yaştan, her kariyerden insan işlerine bu araçlarla gidip geliyor. İlginç olan ise Avrupa’nın kuzeyindeki bisiklet kullanımı güneyde hiç yok. Motosikletin bu kadar yaygın olduğu yerde bisikletin olmamasının iki nedeni olabilir. Ya bu Güney Avrupalılar Kuzeylilere göre çok daha tembeller ya da kuzeyde motosiklet çok üşütüyor, pedal çevirerek yüzlerine çarpan dondurucu soğuğu dengelemeye çalışıyorlar. Çünkü Kuzey Avrupa’da da hiç motosiklet yok.

Milano’nun kaldırımları

Milano’da yürürken kaldırımlarda dikkatinizi çeken deliklerin park edilen motosikletlerin dayanak çubuklarından oluştuğunu fark ettiğinizde motosiklet kullanım oranını daha çarpıcı şekilde anlıyorsunuz ama bu dayanak çubuğu nasıl kaldırımı deliyor bir onu çözemiyorsunuz. Benzin ve otoban ücretlerine gelince Türkiye’de benzin fiyatının pahalılığı abartılıyor. Türkiye’de benzinin litresi 4.6 tl iken İtalya’da 4.2 tl idi. Tamam daha ucuz ama öyle abartılı bir fark yok. Otobandaki şerit genişliği bizimkilerin %80‘i kadarken ücretleri bizi üçe katlıyor haberiniz olsun. Ana arterleri daha geniş ve 3 şerit ama yoğun olmayan ve dağlık bölgelerdeki otobanlar beni ciddi şaşırttı ve araba kullanırken yüksek hızda tedirgin etti. Ha konu açılmışken bu yazıyı okumanız biter bitmez gidin bir HGS alın. HGS candır. 😉 Yaya konusuna gelince bulunduğum onca ülke içinde yayaya da 3 renk ışık koyacak kadar ince düşünen tek ülke yine İtalya. Evet durum aynen şöyle; yaya geçidine geliyorsunuz kırmızı yanıyor, bekliyorsunuz. Sonra yaya işaretli sarı ışık yanıyor, hazırlanıyorsunuz, vitese takıyorsunuz, bu sırada olduğunuz yerde adım atmaya başlamanız gerekiyor. Sonra yeşil yanıyor ve karşıdan karşıya geçiyorsunuz. Türkiye’deki gibi yaya geçidinde beklerken birden yeşil yanıp “Ne yapacam bennnn” diye panik olmuyorsunuz. Yayalar için sarı ışığı bol keseden saçan amcalar otomobiller için pintilik yapmışlar. Bu ülkede araçlar için yeşilden kırmızıya geçerken sarı ışık yanmıyor. Sadece kırmızıdan yeşile geçerken kullanıyorlar sarıyı.

Yemek

Eğer bu adamların bir dehası varsa o da yemek konusundadır. Çok basit bir örnek; dünyanın bir sürü farklı yerinde gittiğim o kadar iyi restoran, Michelin yıldızlı mekan, hatta ve hatta 3 Michelin yıldızlı ve son 3 yıldır dünyanın en iyi restoranı seçilen Kopenhag’daki Noma’da bulamadığım lezzeti Emilia Romagna bölgesinde 2 bin nüfusu bile olmayan küçücük bir köydeki restoranda buldum. Ağzınıza bir lokma aldığınızda size istemsiz kahkaha attıran bir lezzetten bahsediyorum burada. Yerken ciddi ciddi sesli gülüp “Bu ne yaaaa!!!” dedirtiyor adamlar. Benim için o restoran bugün bile ömrü hayatımda yediğim en iyi yemeği yapan yer unvanına sahip. 5 yılda 4 kere daha ziyaret etme şansını bulduğum işletmenin sahibesi bayan babasından devraldığı restoranı 45 yıldır kendisi işletiyor. Duvarında kendisinin 10 yaşında aynı mekanda, masalar arasında çekilmiş fotoğrafı var. 70 yaşındaki garsonları da 20’li yaşlarından beri orada çalışıyorlar. Masa örtülerinin desenlerinin bile değişmemiş olması ayrıca saygyı hak ediyor.

Arno'da yansımalar

Arno’da yansımalar

Bu ülke için yemek başlığı tek başına 30 sayfa sürer ama yazının başında açıkladığım nedenlerle içeriğe, örneklere ve tekniğe girmeden başlığı kısa tutacağım. Yoksa sadece İtalya için blog tarzımın dışına çıkıp tek tek deneyimlerimi yazmak için ölüyorum. Merak eden varsa sorsun, özel olarak anlatırım. Başka kültürleri kayda değer bir bilgiye sahip olmadan eleştirip, kendimizle karşılaştırıp sonra da küçümseyen insanlara sinir oluyorum. İtalyan mutfağının abartıldığını, bir pizza bir makarnadan ibaret mutfağın hiç bir değerinin olmadığını, bizde sadece bir şehirdeki yerel yemeklerin bile tüm İtalya’dan zengin olduğunu söyleyen kaç farklı insan ile tartıştım bilmiyorum. İşin aslı yemek zevki olan her kültürün yemek çeşitliği Türkiye’den çok geri kalmıyor. Aynı bizdeki gibi burada da her kasabada farklı yemekler, farklı malzemeler, farklı teknikler var. Hepsi bizim damak tadımıza uymuyor olabilir ama bu, o yemeği değersiz yapmaz. Takdir edilecek diğer bir yanları da o yerel yemekler hala yapılıyor, o yemekleri köyün içinde uluslararası standartlarda yapan restoranlar var. Bizim köylerde artık o yemekleri bilen 1 tane Ayşe 2 tane Hatçe teyze kalmış durumda. 20 yıl sonra ne diyeceğiz bilmiyorum. Kaldı ki zır cahil bir İtalyan da eminim oturduğu yerden “Türk mutfağı mı? Kebap ve dönerden başka bir yemek mi var orada yahu?” diyordur. Ve bunu söyleyen adamı da suçlayamıyorum çünkü ben de Sultanahmet çevresi diye adlandırdığım salt turistik bölgelerdeki tüm yerel restoranlarımız sunacak başka yemeğimiz yokmuş gibi sadece dönerci veya kebapçı olmasını hep eleştiriyorum. İşte bizim turistik restoranlarımızda eleştirdiğim durumun İtalya’da da çok farklı olmadığını gördüm. İtalya’nın turist çeken bölgelerindeki restoranlara bir bakın, menülerini inceleyin tıpkı bizim turistik bölgeler gibi. Olayı sadece makarna ve pizzaya bağlamış adamlar. Bu iki alternatif dışında farklı, yerel, güzel İtalyan yemeği yemek istiyorsanız, yemeğe iyice meraklı olup biraz merkezden uzaklaşmanız gerekiyor. Ya da benim gibi köylerinde bulunma şansınız varsa gittiğiniz her restoranda onlarca, çok çok farklı ve güzel yemekler buluyorsunuz. Ben Kuzey İtalya’daki köylerde bir kere bile pizza yemedim, makarna oranım da %10’un altındadır. Kısaca şunu bilin, her bölgede farklı bir mutfak kültürü, farklı peynir yapım tekniği ve farklı peynirler, farklı malzemeler, farklı şaraplar var. Ve bunları büyük şehirlerde restoranlarda bulmak kolay olmasa da mümkün ama bence şansınız varsa köylere çıkın. Her girdiğiniz restoran sizi şaşırtacak. Genel yaklaşım güneye indikçe hamur işinin artması kuzeye çıktıkça etin yoğunlaşması üzerine. Pizzanın hası en güneyde. Muhteşem kurutulmuş etler, fümeler ise kuzeyde sizi bekliyor. Orijinal pizzaları gerçekten başka hiçbir yerde yediğiniz pizzaya benzemiyor. İşin sırrı hamurda bitiyor. İtalyan pizza şefleri bu hamur konusunda uzmanlaşmış ve sırlarını paylaşmıyorlar. Sır aynı sır ama başka bir ülkede aynı malzemelerle aynı şef o hamuru çıkartamıyor. Malzeme dışında kalan içeriğin hava ve su olduğunu düşünürsek ikisi de sonuca etki ediyor olmalı. Zira şefler eğer hava yağmurlu ise o gün hamur mayalamıyormuş. Demek ki hava gerçekten etki ediyor. Uzatmamak adına tek tek örneklere girmeyeceğim. Yoksa kesin çıkamam bu başlıktan. O zaman bu insanların yemeğin kendisi dışında kalan yemek kültürlerine bakalım. İtalyanlar gördüğüm en çok yemek yiyen toplum olmalı. Ben ki sevdiğim bir şey varsa cüssemden beklenmedik kadar yemek yerim, sofrada bu adamların yanında diyet yapıp sadece salata yiyen sıska kız gibi kaldım. Normal bir öğün önce iştah açıcılarla başlıyor. Bruschetta’lar(bruşetta değil brusketta diye okunuyormuş, gidene kadar bruşetta diyordum), küçük kızarmış hamur işleri, bizdeki böreğe benzer şeyler, carpacciolar ve tabi ki muhteşem soğuk etler ve peynirler geliyor gidiyor bu bölümde. Şarap eşliğindeki bu yiyeceklerle ben yarı yarıya doyuyorum zaten. Daha sonra ilk yemek dedikleri ve hiç bir öğünde eksik olmayan koca bir tabak soslu makarna geliyor. Sos olayı bizdeki gibi haşlanmış makarnanın üzerine bir kepçe sos dökülmüş gibi de değil. Makarnanın son pişmesi mutlaka sosun içinde oluyor. Yani genelde kremalı, yağlı ve ağır sosa çok sağlam doymuş bir makarnadan bahsediyoruz. Köylerdeki makarnalar da bana hep çok kalın ve çok hamurlu geldi. Serçe parmağım kalınlığındaki spagetti nasıl hamur gibi olmaz ki? Tabağın yarısına gelince tamamen doymuş oluyorum. Zorlayarak tabağımı bitiriyorum ve bir Ohhh deyip arkama yaslanıyorum. İşte o an ana yemek geliyor. İtalyan ev sahibime bakıyorum, hevesle anlatıyor, işte bu şuranın yemeği, şöyle yapılıyor, şu kadar süre şöyle bekletiliyor bıdı bıdıııı. “Yahu doydum, midemde boş yer kalmadı” diyorum. Benden ufak ve ince ev sahibim benimle aynı şeyleri yemişken ve ana yemeğe yeri varken, benim yiyecek yerimin olmaması kanıma dokunuyor. Onu da yiyoruz. Üstüne tatlı geliyor. Onun üstüne grappa veya limoncello. Ve en son espresso ki ona da espresso denmiyor. (bknz: Kahve başlığı) Sonunda yemek bitiyor. Bu kadar yemek yiyen İtalyanların duba gibi olmasını bekliyorsunuz ama değiller. Bu durumu açıklayan teorim şöyle; Bu adamlar carpaccio yiye yiye hepsinde yoğun şekilde bağırsak solucanı oluşmuş. Fazlasıyla hayvan sevdikleri için ilaç alıp öldürmüyorlar kerataları, birlikte mutualizmin güzel bir örneği olarak yaşayıp gidiyorlar. Yoksa bu kadar yemeğe bu kiloları açıklayan başka bir teori geliştiremiyorum. İşte bu insanların yemekleri böyle. Kahvaltı dışında her öğünde bir giriş, bir makarna sonra da bir ana yemek olmak zorunda. Makarna bu arkadaşlar için bir ana yemek değil bir ilk yemek.

Meşhur grisiniler

Yemeğin kendisi dışında en ilginç gelen şey bu insanların grisini hastalığı. Özellikle Emilia Romagna bölgesinde gittiğim 4 farklı şehirdeki tüm restoranlarda masada beni grisini dolu bir bardak karşıladı. Kural şu, eğer bir İtalyan’sanız yemekten önce o grisinileri kuru kuru kemirmekle yükümlüsünüz. 2007 yılındaki ziyaretimi hatırlıyorum, bir an durup etrafıma baktım ve tüm restoranın burun kıvırıp yemeğe değer bulmadığım grisinileri topluca kemirdiğini görünce kesin bir iş var bunda diyerek hemen bir tanesini alıp yemiştim. Sonuç; bildiğiniz grisini işte, sadece bizimkilerden daha ince. Öyle ekstra bir lezzet durumu yok. Bu takıntı yemekten önce iki tane grisini atıştırmaktan ibaret değil, daha ciddi bir fenomen. Fabrikada öğle yemeği için elinde tepsi ile sırada beklerken önünüzdeki 10 İtalyan’ın 10’nun da içinde iki adet grisini bulunan paketlerden 3’er tane aldığını görünce olayın ciddiliğini anlıyorsunuz.

Floransa, 2008

Floransa, 2008

Turistik bölgeler dışında restoranlar genelde akşam 8’de açılıyorlar. İlk ziyaretimde işten çıkınca bir şeyler yiyip öyle otele gitme düşüncesiyle saf saf sokaklarda dolaşıp bir türlü bir restoran bulamadığımı anımsıyorum. Saat 19, kalabalıkça bir mekan, yaklaşıp çaktırmadan bakıyorum. Restoran desem restoran değil, kafe desem yemek yiyen yok. Herkesin elinde beyaz şarap, önlerinde grisini veya soğuk kanepeler, birçoğu ayakta takılıyor. Yok diyorsun, burada yemek falan yok. Devam ediyorsun, başka bir mekan ve yine beyaz şarap ve grisini yiyen İtalyanlarla dolu. Meğer bu adamlar bizdeki pastaneye benzeyen mekanlarda ayakta beyaz şarap ve kanepe yiyerek başlıyor akşamlarına. Yine bu adeti hiç bir büyük şehirde göremedim.

İkea bardaklarında şarap

İkea bardaklarında şarap

Başka dikkatimi çeken bir konu da ultra şık restoranlar dışında hemen her yerde şarap alıştığımız kadehlerde gelmiyor. Bildiğin kalın İkea su bardaklarının biraz daha küçüğünde servis ediliyor. Her restoranda mutlaka ev şarabı bulunuyor ve bu şarapların kalitesi genelde bizdeki ortalama marka şarap kalitesinin üzerinde. İtalya’da şarap gerçekten çok ucuz. Kaliteli ev şarabının restoran fiyatı 1 litrelik karaf için 5 Euro civarında. Toskana’nın kuzeyinde kalan bölgelerde sparkling (köpüklü diyecem ama tam olarak öyle değil, gazlı gibi düşünebilirsiniz) şarap yerliler arasında çok popüler. Köpüren kırmızı şarabı ilk gittiğimde denemiş ve kim içer bunu demiştim. Ama bakıyorum restorandaki İtalyanların yarısı onu içiyor. Aynı grisinide olduğu gibi bana uymayan ama yerel halkın çok sevdiği bir tat olsa gerek diye düşünüyorum. Yemek konusunda dahi klasmanına soktuğum İtalyanlar bir öğlen bana fabrikada at eti sunduklarında öğrendim ki İtalya’da at eti gayet sevilerek yenen bir etmiş. Konuyu deşince öğrendim ki at eti tüm Avrupa’da yeniyormuş. Ata burun kıvıran bir biz varız, bir İngilizler, bir de Amerikalılar. Uzun zamandır at etinin de yenmesi gerektiğini savunduğum için yemekteki atı bir güzel yedim. Timsah, kanguru, ayı, antilop gibi atı da yediğim hayvanlar listesine bu sayede eklemiş oldum. Tatlılar konusunda yemekteki kadar çarpıcı deneyimlerim olmadı. Hatta bir türlü sevemediğim ama İtalyanların anlata anlata bitiremediği tahta gibi sert kek kurabiye karşımı bir tatlıları var. Sevmediğim için adını da bilmiyorum. Yemekten sonra, o fırlatsam getirenin kafasını yaracak sertlikteki, diş kesmeyen tahtamsı şeyi ancak tatlı şaraba banarak yiyebiliyorsunuz. Ne yaparsanız yapın bir şeye benzemiyor. Grisini kemirme huyu olan bu arkadaşların tahtasal kurabiyeleri kemirmeyi seviyor olmaları şaşırtıcı değil. Efsanedeki Roma’lıları besleyen kurdun bir kurt değil de kunduz olma ihtimalini ciddi ciddi düşünüyorum. Tatlılarda çok parlak olmayabilirler ama açığı dondurmalardaki başarıları ile kapatmışlar. İtalyan dondurması bildiğiniz gibi dünya markası olmuş. Doğubeyazıt’ta sokak arasında bile Gelato Roma diye bir tabela görebiliyorsunuz. Tabi satılan şey Gelato değil o ayrı. İtalyan dondurmasının bizim dondurmadan çok ciddi bir farkı var o da biz dondurmayı süt ve salepten yaparken İtalyanlar bir çeşit şuruptan ve tamamen sütsüz yapıyorlar. Sonuç bizimkinden farklı daha hafif ve kremamsı güzel bir dondurma. Zaten oralara gidip dondurma yemeden dönme şansınız pek yok ondan gidince yiyin demiyorum. Bize göre pek tatlı sayılmasa da aynen Fransızlar’da olduğu gibi İtalyanlar’da bazı peynirleri tatlı niyetine yiyebiliyorlar. Öğle yemeğinden sonra bizdeki küçük yoğurt kaplarının iki katı kadar bir paketten çıkan çok taze peyniri yiyen birçok insan gördüm. Tabi dururmuyum, hemen ertesi gün ben de denedim. Doğal olarak yemekten sonra yenilen peynir diğer peynirlerden daha farklı. Bir kere peynirin çok taze olması tadını ciddi şekilde tatlandırıyor. Bir şekilde sütteki laktoz tadı öne çıkmış oluyor. “Çok taze” diye nitelendirdiğim peynirlere çatalla bastırdığınızda içinden sütün sızdığını görebiliyorsunuz. İtalya’da en sevdiğim şeylerden biri de bu taze peynirler oldu. Avrupa’da ve İtalya’da peynir kültürü yaşlandırılmış peynirler üzerineyken taze peynirleri keşfetmem ancak 3. İtalya seyahatimde olabildi. Sadece tatlı olanlar değil, ne kadar taze peynir varsa yemeğe çalıştım. Özellikle kestiğinizde içinden süt akan mozerellalar  gerçekten çok güzel oluyor. Tazeliğinden dışında tad olarakta Türkiye’de marketlerde satılan mozarellalarla hiç bir benzerliği olmadığını söylemeliyim. İtalya’daki mozarellalar, Türkiye’deki kuzenlerinin aslında kuzen değil de kaşarın beyaz renklisinin üvey akrabaları olduğunu düşündürtüyor. Yaşlandırılmış kuvvetli aromalı peynirleri de aperatif veya tatlı olarak yiyebiliyorlar. Bu durumlarda o tuzlu peynirin üzerine biraz bal veya reçel döküveriyorlar, işte size tatlı oluveriyor. Aksam yemeklerinde default olarak masaya bir litrelik soda geliyor ve açılıp bardaklarınıza dolduruluyor. Başka zaman tek başıma yemeğin ve içkimin yanında bir litre soda içtiğimi hatırlamıyorum. Yemeğin kendisinden mi bilmem ama burada içiliyor.

Kahve

Normal şartlar altında kahve başlığı da yemekte olması gerektiği gibi uzayıp giderdi ama….. Neyse….. İtalya’da oturduğunuz mekanın turistler için olup olmadığını anlamanız için size bir ipucu vereyim. Hemen menüye bakın, eğer orada espresso yazıyorsa resmi olarak turistik bir mekandasınız demektir. Zira bu arkadaşlar espressoya espresso demiyorlar. Sadece kahve diyorlar. Kahve istediğinizde size default olarak espresso geliyor ve kahvenin fiyatı asla 1 Euro’yu geçmiyor. Oturabileceğiniz bir koltuk hatta bir tabure olan her yerde mutlaka bir espresso makinesi oluyor. Onun dışında tren istasyonlarında, parklarda, sokaklarda küçücük büfelere benzeyen kahve dükkanları var. Birlikte çalıştığım İtalyanlar ile gün içinde ara ara buraya gidip ayakta birer espresso çakıyorduk. Çünkü İtalyanları ara ara bir şey dürtüyor. “Hadi kahve” diyorlar, ve çıkıyorsunuz. Süreç şöyle gelişiyor. Bu küçük kahve dükkanlarında ekseriyetle 40’lı yaşlarda, oldukça hoş bir İtalyan bayan çalışıyor. Bu bayan, bar gibi düzenlenmiş bir tezgahın arkasında, yanında kocaman bir espresso makinesi ile bekliyor. Siz de o tezgahın önünde ayakta diziliyorsunuz ve 6 kahve diyorsunuz. O kadın artık ne kadar zamandır o işi yapıyorsa, hayranlık uyandıran bir organizasyonla aynı anda 4 espresso hazırlayabilen o makineyi konuşturuyor. Küçük fincanları önce diziyor. Sonra önceki müşteriden kalan kahve haznelerini makineden söküyor, kendinden beklenmedik bir sertlikle tezgahın ortasındaki boş alana vurarak içindeki kahve posasını boşaltıyor, taze kahveleri dolduruyor, makineye takıp düğmesine basıp iki fincanı altına yerleştiriyor, o an dönüp parasını alıyor, iki fincan dolduğu an diğer iki fincanı makineye sürüp bir öncekinin posalarını temizliyor….. Siz de el çabukluğunu ve organizasyon yeteneğini bir sahne gösterisi gibi izliyorsunuz. Bir tane kahve söylerseniz maalesef bu şovu görme şansınız yok. Tek basınıza bile olsanız bunu görmek için 11 tane kahve söyleseniz vereceğiniz 11 Euro’ya ve uykusuz bir geceye değecektir, emin olun. 2 dakika sonra bar tezgahına dizilen 6 fincan içindeki bir yudum espressoyu oturmadan ayakta içip gidiyorsunuz. Espresso oturarak içilmiyor. Bir de bu adamlar her kahveye başka isim vermişler. Espressonun üstüne süt köpüğü koyarsan makiato, süt koyarsan latte, süt ve süt köpüğü koyarsan kapuçino, krema koyarsan kon panna diye bir başlıyor, bayağı bir gidiyor. Ama tüm kahveli içeceklerin temeli o müthiş espresso. Her kahvenin farklı bir bardağı, farklı bir sunum şekli olduğu gibi farklı bir de içildiği saat var. Kafe latte kahvaltıda, espresso yemeklerden sonra ve gün içinde istenildiği zaman, kapuçino ise aksam üzeri içiliyor. İtalya’da Starbucks yok. Starbucks’ı da hiç sevmiyorlar. Amerikalıların kahve kokusunu çıkartmak için çekirdekleri yaktıklarını ve sadece yanık tadı aldıklarını, kahvenin tadını öldürdüklerini savunuyorlar. Espresso dışındaki filtre veya hazır kahvelere Amerikan kahvesi diyorlar. Turistik yerlerde espressonun altında Amerikan kahvesi seçeneğini de görebiliyorsunuz ve bulunduğunuz mekanın sağlamasını yapabiliyorsunuz.

Şehirler

Fabriano

Fabriano

Coğrafi ve siyasi bölgelerin şehir hayatına ve mimariye bu kadar etki ettiği başka bir ülke bilmiyorum. Toskana’daki şehirlerin, Lazio’dakilerden, Lombardia’dakilerin Umbrio’nun şehirlerinden bu kadar farklı olması etkileyici. Her bölge bir karakter sahibi. Şehircilik kuralları bugün bile yapılan binaların detaylarının o şehrin standartlarının dışında olmasına izin vermiyor. Misal, Toskana’nın şehirlerinde sarının özel bir tonu hakim. Sadece fotoğraftaki bir duvara bakarak burası Floransa veya en azından

Gubbio'nun taş sokakları

Gubbio’nun taş sokakları

Toskana’da bir şehir diyebilirsiniz. Emilia Romagna’da ise bu renk yine kendine has bir kırmızı tonuna dönüyor. Tüm sokaklara, binalara o renk hakim. Ve bu bölgede her sokağın bir tarafında mutlaka ama mutlaka kemerli bir yürüme yolu oluyor. Böyle bir sokağı görünce Bologna’da, Parma’da veya Modena’dayım, en azından Emilia Romagna’dayım diyebiliyorsunuz.. Detaya girerseniz sadece binaların renkleri değil, evlerdeki panjurlar, panjurların açılış şekilleri, kaldırım taşları, teraslar her şey bölgeye özgü, aynı karakteri taşıyor. Her şehrin bir tarihi merkezi, bir de o merkez dışında gelişen yeni mahalleleri var. Yeni mahalleler de şehircilik kuralları daha serbest. Ama tarihi merkez bizdeki tanımıyla bilmem kaçıncı derece sit alanı gibi korunuyor. İnsanlar 300 yıllık binalarda yaşıyorlar. Hem de o binalara o kadar iyi bakıp, zevkli döşemişler ki hayranlıkla bakıyorsunuz. Her alanı verimli şekilde değerlendirmişler. Eğer bir balkon veya teras şansları varsa onu da bahçeye çevirmişler.

Assisi

Assisi

Şehirleri korumayı kültürlerini korumakla eş görüp bugün bile tarihi merkezlerde İtalyanca olmayan tabelalara izin vermiyorlar. McDonald’s bile asla değiştirmediği logosunu ve renklerini Milano’da Galeria içinde yer alabilmek için tarihindeki tek istisnasını yaparak ve siyah üzeri altın rengi ile değiştirmiş. Bu değişimi başka hiç bir yaptırım gücünün başaramadığını düşünecek olursak İtalyanların bu milliyetçi ve korumacı tavrının etkilerini anlayabilirsiniz. Teras konusu ise önemli. Köylerde zaten evler bahçe içinde ama şehirde yaşayan insanlar teraslarını bahçeye çevirmiş durumda. Son gezimde sırf teras fotoğrafları çekmek için kafam havada gezdim. Orta İtalya’da bazı bölgelerde köyler 13.,14. yüzyıldan kalma taş yapılardan oluşuyor. Eğer etraftaki arabaları kaldırıp insanların kıyafetlerini dönem kostümleri ile değiştirirseniz sıfır maliyetle bir orta çağ filmi çekebilirsiniz. O derece korunmuş köyler var. Bazı sokaklarda öyle bir an geliyor ki gördüğünüz her yer taş oluyor. Böyle bir kasabada dolaşırken dikkatinizi bir sürü şey çekiyor. En azından benim çekti. Ara ara gördüğünüz taşla kapalı pencereler bunlardan ilki. Roma imparatorluğu dağıldıktan sonra Büyük İtalya Krallığı kurulana kadar bu bölge tam bir kaosa sürüklenmiş ve yüzyıllar boyunca bine yakın bağımsız beylik coğrafyayı paylaşmış. Bu nedenle şimdi gördüğünüz her köy bir zamanlar bağımsız birer devletmiş. Yine o nedenle her köyün şu an bir bayrağı var. İşte bu devletlerde de farklı kurallar ve vergi sistemleri varmış. Bunlardan biri de evlerden alınan emlak vergisiymiş. Vergi miktarı ise evin sokağa bakan pencere sayısı ile hesaplanıyormuş. Bu nedenle daha az vergi vermek isteyen ama ezik görünmekte istemeyen insanlar evlerine pencere yapmayıp, o alana pencere süsü vererek ve üzerine de bir ahşap panjur koyarak vergi matrahlarını düşük göstermişler. Soran olursa da benim hanımın alerjisi var, evde toz olmasın diye açmıyoruz panjurları diyorlardı herhalde. O pencereler bugün hala kapalı. İtalya’da yerleşim o kadar homojen dağılmış ki nüfusu 60 milyonla neredeyse Türkiye kadar olan İtalya’nın en kalabalık şehiri Roma ve nüfusu 2.8 milyon kişi. Ardından gelen Milano da 1.3 milyon kişi. Halk şehirlerde yaşamak yerine irili ufaklı köylerde yaşamayı tercih etmiş. Ülke içinde dolaşırken bunu zaten anlayabiliyorsunuz. Köy hayatı pek güzel bu ülkede.

Gelenekler ve Adetler

Her şehir, her kasaba kendi özüne bu kadar bağlı kalınca sadece o şehire, o kasabaya ait yemek değil, birçok adet, kutlama, özel gün, bayram da korunmuş. Özellikle gittiğim her küçük kasaba da sadece orada uygulanan bazı adetlerden, geleneksel kutlamadan bahsedildi. Umbria bölgesinde Paskalya gününde tepeden aşağı parmesan tekerleklerini sallıyorlar ve gözü pek bir avuç çılgın insan bu tekerleğin ardından tepeden aşağı koştura koştura iniyorlar. Koştura koştura dediğime bakmayın siz, peynir tekeri nasıl yuvarlanıyorsa bu insanlar da öyle yuvarlanıyor. Hatta çalıştığım bir fabrikanın müdürü bu olayın hastasıymış, bir yıl peynirin ardından yuvarlanırken kolunu bacağını kırmış, 7 ay işe gidememiş. İyileşeyim seneye yine yaparım diyecek kadar da inatçı biriymiş. Bana salakça gelse de bana olayı anlatan fabrikanın çalışanı gözünde o adam bir kahramandı. Gubio’da ise şehrin azizini anmak için bizim arabayla tırmanırken bile kasıldığımız tepedeki manastıra her yıl özel bir günde şehirin dindar ve yağız delikanlıları sırtlarında 3 metrelik mum şeklindeki kütüklerle tırmanıyorlarmış. Tırmanıyorlar dediğim koşarak tırmanıyorlar, öyle yürüyerek değil. Hem de bizim arabayla gittiğimiz yoldan da değil, direkt en kısa yol olan dik yamaçtan. Taşıdıkları replika mumları gördüm, sonra yamaca şöyle bir baktım, aklım ermedi. Özetle bir köye girin, orta yaş üstü birkaç kişi ile konuşun, mutlaka o köyün 150 yıllık bir şenliği, özel bir günü olduğunu öğreneceksiniz. Hadi belli başlı merkezleri tek tek inceleyelim ve birkaç ipucu verelim de biraz gezi yazısına benzesin.

Roma

İtalya’nın antik havasını göreceğiniz yer Roma’dır. Merkezinde göreceğiniz her şey o kadar eski ve tarihi ki bir süre sonra hiçbir şeyi umursamaz oluyorsunuz. Sokak araları dahi tarihi ve mimari açıdan önemli anıt kiliselerle dolu. Kimse de sallamıyor.

Vatikan'dan Roma'ya bakış

Vatikan’dan Roma’ya bakış

Roma’da dikkatimi çeken şeyler ise çeşmelerin, meydanların ve obelisklerin sayısı. Tüm İtalya’daki obelisklerin sayısı Roma’dakiler kadar değil. Zamanında malum dünya üzerinde iki büyük medeniyet varmış. Roma ve Mısır defalarca karşı karşıya gelmişler, savaşmışlar, sevişmişler, kız alıp vermişler ve birbirlerinden etkilenmişler. Sonuçta bu obeliskleri önemli olaylarda, zaferlerde, imparatorların doğum günlerinde kalkıp bin bir zorlukla Mısır’dan getirmişler ve Roma’da uygun gördükleri yerlere dikmişler. Zaman içinde bu alışkanlık yerleşince kendi dikilitaşlarını da yapmışlar. Mısırdan gelenler her zaman 4 kenarlı ve tepesinde bir piramit bulunurken geç dönem Roman dikilitaşları ise dairesel olup üzerinde bir imparator heykeli taşımaktaymış. Mısır obeliskleri üzerinde çivi yazısı ile bulunduğu yer ile alakasız mesajlar verirken Roman dikilitaşları ise kabartmalarla uzun uzun imparatorun kahramanlıklarını veya savaşlarını anlatıyor. Tarihini bildiğiniz bir obeliske dokunmak üzerindeki yazıları okumak ilginizi çekiyorsa Roma’da kesin iyi zaman geçireceksiniz.

Piazza Del Popolo

Piazza Del Popolo

Hristiyanlığa geçişten sonra Roma’daki dikilitaşların biri hariç hepsinin üzerindeki İmparator heykelleri indirilmiş, yerine aziz heykelleri yerleştirmiş. İlginç bir detayda bakınca kimsenin tahmin edemediği şekilde bu dikilitaşların içi boş ve yukarıya doğru çıkan bir merdiven var. Obelisklerden sonra en çok dikkatinizi çeşmelerin sayısı ve tekniği çekmeli. Evet, her yer çeşme dolu ve Roma’daki hemen her anıt eser gibi çeşmelerin de çok büyük bir kısmı aynı kişinin elinden çıkma, Bernini’nin. Roma’ya gitmeden benim için sadece heykeltıraş ve ressam olarak bildiğim Bernini, resmen Roma’ya imzasını atmış bir arkadaşmış. Bunca esere rağmen Rönesans’ın ünlü isimlerinin popülerliğinin onda biri yok Bernini’de. Tamam, heykellerine yakından bakınca bir Michelangelo olmadığını anlıyorsunuz ama eserdeki başarı oranı ne zaman popülerliğe engel oldu ki? Kesin olan bir şey varsa Roma’nın tüm meydanları bu adamın çeşmeleri ve heykelleri ile dolu. Çeşme konusuna gelince de; bir gün Pantheon’un karşısındaki çeşmenin yanında boş boş saatlerimi geçirirken o ana kadar hiç sorgulamadığım bir şeyi düşündüm. Meydanın ortasındaki bir tümseğin üzerine kurulan bu çeşmedeki çeşitli mahlukatın ağzından fışkıran su nasıl oluyor da fışkırıyor.  1600’lü yıllarda yapılan bu çeşmede bir elektrikli su motoru kullanılmadı. En yakındaki su kaynağı Tiber Nehri ki o da bu çeşmelere göre oldukça alçak kalıyor. Nasıl bir mühendislikle nehirdeki su şehirdeki yüzlerce çeşmeye aktarılıyor, basınç sağlanıyor ve bazen bir balığın ağzından, bazen bir meleğin kulağından dışarı fışkırtılıyor. Bunun en  basit yöntemi yüksek bir yerde bir su sarnıcı yapmak ama Roma’da öyle bir sarnıç yok. Adamlar başka bir yolla bunu başarmışlar. Olayda küçümsenmeyecek bir mühendislik olduğunu anladığınızda çeşmeler birden 2 heykel ve biraz sudan ibaret süsler olmaktan çıkıyor. O andan sonra baktığım her çeşmenin mekanizmasını çözmeye çalıştım. Roma’da göreceğiniz her eser, her çeşme, her binanın bir köşesinde papalık mührü bulunuyor. Her papa seçildiğinde kendine iki anahtar ve papalık şapkası sabit kalmak şartı ile alt kısmı değişen bir sembol seçiyor. Ve Roma’da gördüğünüz her şey yapıldığı dönem kim papaysa onun sembolünü içeriyor. Sadece bu sembollere bakarak (tabi biliyorsanız) binaların, çeşmelerin yapılış yıllarını kestirebiliyorsunuz.

Floransa

Roma ne kadar antikse Floransa’da o kadar Rönesans kokuyor. Şehirlerin biri dini otoritenin, baskının, taassubun merkezi iken diğeri aydınlanmanın, özgür düşüncenin, kilise dışı sanatın merkezi olmuş.

Floransa

Floransa

Ben Floransa’yı Roma’dan daha çok seviyorum sanki. Şehire girdiğinizde Toskana sarısı binalar, tırtıklı taşlarla kaplı yollar ve maalesef turistler karşılıyor sizi. Roma’da daha çok turist vardır eminim ki ama toplam içindeki oranı daha düşük. Başkent olmanın bir artısı ile arada İtalyanları görüyorsunuz. Ama Floransa’da şehir merkezinde gördüğünüz hemen herkes turist ve bu da benim en sevmediğim şey. Müze seviyorsanız Floransa, kesinlikle İtalya’daki en güzel müzelere sahip şehirdir.

Milano

En az İtalya’ya benzeyen yer veya başka bir tanımlama ile İtalya’nın metropol halini görebileceğiniz bir şehir diyebilirim.

Milano

Milano

Genel havası ülkenin geri kalanından oldukça farklı. Turistik açıdan diğer şehirlere göre çok daha kısır. Ama alış veriş seviyorsanız gelmeniz gereken yer kesin Milano’dur.

Venedik

2 hafta sonra hakkında daha fazla yorum yapacağım belki ama gidenin beklentilerini karşılanacağını söyleyebilirim. Sadece biraz küçüklüğü sizi şaşırtabilir.

Venedik

Venedik

Modena

İşte benim mekanım. Nerede ise sıfır turist, gerçek İtalya, ne büyük ne küçük 184 bin kişilik bir şehir. Küçüklüğüne rağmen dünya ölçeğinde 3 tane ürünün doğduğu yer olarak saygıyı hak ediyor. Enzo Ferrari Modena’lı ve Ferrari fabrikası burada. Ferrucio Lamborghini de buralı ve Lamborghini’ler de Modena’nın biraz güneyinde üretiliyor. Ve dünyadaki balzamik sirke üretiminin %80’i Modena’da yapılıyor. Gastronomik olarak da Modena boyundan beklenmedik bir merkez. Biri 3 yıldızlı olmak üzere 13 tane Michelin yıldızlı restoran var. Et, peynir ve balzamik satan dükkanları o kadar etkileyici ki içeride kendinizi bir gurme mabedinde gibi hissediyorsunuz. 30 ml’lik parfüm şişesindeki balzamik sirkeleri 350 Euro fiyatlara satan mabedler.

Modena

Modena

Bunlar dışında Rubiera, Fabriano gibi küçük kasabalarında çalıştım, Bologna, Parma, Perugia, Gubio, Assisi, Matelika, Reggio Emillia gibi şehirlerinde bulundum. İçlerinde en çok Gubio’yu sevdim.

Turizm

Her yazımda söylüyorum. Gezilerimde en sevmediğim şey salt turistik şehirlerde, bölgelerde bulunmak. Ancak belli başlı merkezleri görmek istiyorsanız bu konuda yapabileceğiniz bir şey yok. Roma da Floransa da veya İtalya dediğinizde aklınıza ilk gelen her yer fazlasıyla turistik ve siz de o turistlerden birisiniz. Bunu kabul edip paşa paşa geliyorsunuz.

Trevi Çeşmesi

Trevi Çeşmesi

Ama İtalya’da turist dediğinizde öyle pek homojen bir turist grubu yok. Şöyle durup bir bakın etrafınıza, iddia ediyorum gördüğünüz insanların üçte biri Japon olacak. İtalyan turizm bakanlığı tüm bütçesini Japonya’ya reklam vererek mi harcadı bilmiyorum ama yer gök Japon dolmuş. Her meydan, her çeşme, her restoran asosyal Japon Turistler tarafından işgal edilmiş durumda. Bologna’da bile (ki pek turistik sayılmaz) Japon kafilelerini görebiliyorsunuz.

Pantheon

Pantheon

Turistik bir yer olurda satıcı olmaz mı? İtalya’da sokak satıcılığı mafyası iki milletin kontrolünde. Size çakma çantaları satmaya çalışan kişiler mutlaka ama mutlaka Afrikalı olmak zorunda. Ufak ahşap hediyeliklerde Afrikaların elinde ama geri kalan tüm satıcılar Hintli. Siz t-shirtle gezerken bile Hintliler deri montla geziyorlar ve günün saatine göre farklı şeyler satıyorlar. Gündüz çeşitli hediyelikler, yere atınca yapışan sümükler, yumuşak toplar, akşamüzeri güller, gece olunca da o kahrolasıca havaya atılan mavi zımbırtılar. Geçmedi modası o adını bilmediğim zavazingonun. Geçen yılda vardı, bu yıl yaptığım 2 kere ziyarette de bulunduğum tüm meydanlarda güneş batar batmaz en az 10 tane Hintli peyda olup, durmadan havaya o ışıklı mavi şeylerden fırlatıp tutuyorlar. Roma’da, Floransa’da veya Venedik’te olmanız fark etmiyor. Gece çektiğiniz her fotoğrafa bu oyuncaklar mavi birer çizgi olarak dahil oluyor. İtalya bitti mi? Bence bitmedi. Ama o yazının uzunluğu konusunda o kadar baskı hissettim ki bu kadar oldu. İçimde kalanları başka bir blogda yazacam ve hiçbiriniz okumayacaksınız. Ve fotoğraflarım…. 2012: Floransa Roma (Eylül) Roma (Mart) Venedik Modena Bologna Fabriano, Gubbio, Assisi 2011: Fabriano, Matelica 2008: Floransa Modena, Rubiera 2007: Milano Modena, Rubiera, Reggie Emilia

Reklam

, , , , ,

  1. #1 by Korsan Taksi on 16 Ekim 2012 - 22:35

    Bazı insanlar blog yazmayı biliyor bazıları ise yazdıklarınını zevkle okutmayı biliyor… Yine harika bir yazı olmuş. tebrikler…

  2. #2 by serdar suat on 18 Ekim 2012 - 21:28

    Ben daha geniş yazınıyı okuma taraftarıyım. Daha çok bilgiyi ve ayrıntıyı okumak isteyenler de var…

  3. #3 by reyhan sözen on 21 Ekim 2012 - 10:43

    Daha uzun yazılar istiyorum..Bu kadar heyecan ve kahkalarla içiçe bir yazıyı hiç okumamıştım.Espri bilgi ve gözlemi ayn anda sunmak büyük başarı.Seni seviyorum oğlum..

  4. #4 by necdet inağ on 29 Ekim 2012 - 23:34

    Teşekkürler.Ellerine sağlık.İyi bir inceleme yazısı olmuş.Sıkılmadan okuyorum.Sağolasın….

    • #5 by Kamil on 29 Ekim 2012 - 23:37

      Teşekkürler Necdet Bey, Selamlar…

  5. #6 by Bülent on 06 Ocak 2013 - 13:00

    Üstat, yazı görece uzun bile olsa bundan şikayetçi olmayan ve bittiğinde üzülen birileri de var. Yazının uzun olduğunu düşünenler için zamana yayarak okuma seçeneği varken bizim için kısa bir yazının telafisi yok. Açıkçası bu harika gözlem yeteneğinin ve hoş anlatımın sefasını olabildiğince uzun metinlerle sürmek isterdim. 9 ay sonra yeni çalışmaya başladığım havayolunun vereceği zed bilet haklarıyla yıllardır hayalini kurduğum ülkelere artık çok ucuza yolculuk edeceğim. Açıkçası gittiğim ülkelerle ilgili bir blog açıp sizinkine paralel yazılar yazmayı planlıyordum. Siz önce davranmışsınız, iyi de etmişsiniz. Eğer becerebilirsem belki benim yazılarım o toplumla ilgili siyasal analizleri de içerebilir sizinkine ek olarak. Örneğin hindistan notlarınızda beni çok etkileyen o kast sistemine dair söylediklerinizi ben bu sınıflar arasında neden sosyalist hareketlerin gelişemediğine dair sorular ve analizlerle de süsleyebilirim belki. O insanlarla konuşup ekonomik yapının ve kültürel kodların izdüşümlerini paylaşmayı düşünüyorum yazılarımda. Bakalım ne kadarını becerebileceğim.

    • #7 by Kamil on 06 Ocak 2013 - 17:57

      Merhaba, Güzel yorumunuz için teşekkür ederim öncelikle. Uzun yazı konusunda sizinkine paralel o kadar çok yorum geldi ki bundan sonra kendimi pek tutmayacağım.
      Sadece gezme amaçlı hatta gözlemleme amaçlı yapılan gezilerden gerçekten çok çok daha başarılı yazılar çıkacağını düşünüyorum. Hele hele sizinki gibi belirli bir konuya odaklamış yazılara gerçekten ihtiyaç var. Yoksa onlarca gezi blogu var ve hepsi şurası güzel burası güzelden ileri gidemiyor.
      Yazmaya başladığınızda adresini paylaşırsanız mutlaka okumak isterim.
      Selamlar

  6. #8 by Bülent on 07 Ocak 2013 - 16:15

    Merhaba,

    Umarım sizin kadar güzel bir dille kah gülümseterek kah düşündürerek okutabilirim ben de. üç yıl önce hurda bir araba kiralayıp ABD de beş eyalet gezmiştim. Chicago da öğrenci bütçemle müzeleri, akvaryumları, sears tower ın kulesini gezeyim derken param otele yetmemiş adeta otel kadar para isteyen otoparkların birinde arabada uyumuştum. Şimdi düşününce iyiki yapmışım diyordum. Gece Chicagonun arka sokaklarını gezmiş ve karşıma çıkan fahişelerle, sokak satıcılarıyla, dlencilerle ve sokakta yatanlarla konuşmuştum. Siz herkesin gitmeyin dediği yerlere gittiğinizi yazarken gülümsemem ondandı. Chicagonun o gezdiğim arka sokakları kriminoloji kitaplarında adı sıkça geçen yerlerdi ve korkuma esir olsaydım oraları gezemezdim. Yine önyargılarıma esir olsaydım Kuzey İndiana da Amish kasabasına gitmeyip o güzel barışçı insanları Arap sokaklarında teror estiren selefi dincileriyle karıştırmaya devam edebilirdim. “ABD de zenci bir başkan var artık ayrımclık yok” pışpışlamalarına karşı Cleveland da zencilerin yogun olarak yaşadığı bölgelerdeki işsizliği, cezaevlerindeki zenci yogunlugunu, aynı suçtan bir zencinin aldığı cezayla bir beyazın aldıgı cezanın farklarını sorgulamazdım. Fanatik bir ideolojik saplantıyla değil ama gerçeği tüm yüzleriyle görmeye ve göstermeye çalışmanın kendi içinde hoş br duygusu olsa gerek. Hindistana gittiğimde o en dipteki “untouchables” kitle bu durumdan kurtulmak için hiç örgütlenmeye kalkmış mı? kastlara ait siyasal partiler var mı? yoksa neden? bu kast yapısının ekonomik yapıyla ilişkisi nedir? Hinduizm-ekonomik yapı-kast sistemi denkleminde neler dönüyor? kast ilişkisinde üst kastlarla ast kastlar arasında evlilik olabiliyor mu? bu dokunulmazların etnik kökenleriyle diğerlerinin arasında ilişki var mı vbvb öğrenmek ve paylaşmak isterdim. Tabiki bunlar akademik bir makale kıvamında olmayacak. Sokakta görülenler, gerçek insanların hikayeleri ve biraz da muhakeme gücünü artıracak teoriler…İnşallah başarabilirsem muhtemelen benim yazılarımı okuyacaklar yazılarınızın uzunluğu nedeniyle size haksızlık yaptıklarını anlayacaklardır :))

  7. #9 by raziye on 28 Mayıs 2013 - 13:25

    Yazınız için teşekkürler,çok samimi ve oldukça bilgilendirici…Okurken çok keyif aldım ve keşke daha uzun sürseydi dedim. Kırsal kesimleri ve gerçek İtalyayı merak ediyorum ve en kısa zamanda gitmek istiyorum.Benim gibi ön araştırma yapmak isteyenler için yazınız oldukça ilgi çekici,daha uzun anlatımınızı sabırsızlıkla bekliyorum.

    • #10 by Kamil on 28 Mayıs 2013 - 22:18

      Ben teşekkür ederim güzel yorumunuz için.

  8. #11 by Nursel Nurşen Soycan on 05 Eylül 2013 - 00:42

    Neden yazıların uzunluğundan stres yaratildigini anlamakta zorluk cekiyorum, oysa yalın anlatim, farkli bakis acisi ve sohbet tadinda olusu, yazının sonunda yarım kalmışlık hissi uyandırıyor bende, daha okunacak/ögrenecek çok sey bekler oluyorum. Siz yine içinizden geldigi gibi yazın bence.

    • #12 by Kamil on 05 Eylül 2013 - 08:18

      🙂 Sonradan o kadar çok destekleyici yorum geldi ki artık stres falan yok. Rahat rahat yazıyorum. Bu aralar blogun facebook sayfasında da kısa kısa günlük gözlemlerimi yazmaya başladım.Henüz bir yazı olamayacak uzunlukta olan detaylarla uzun bulan kitleyi de mutlu ediyorum sanırım.

  9. #13 by Orçun Başlak on 03 Temmuz 2014 - 14:38

    Maskelerin şehri Venedik’te bir karnaval, bu karnavalda bir aşk hikayesi. İnsanların kendisinden bir parça bulduğu bir şehir venedik. Gezginlerin dar yollarında kaybolduğu, aşıkların kanallarında gezindiği bir şehir. Ben de aşık bir şekilde bu şehrin sokaklarında gezerken çektiğim fotoğraflar eşliğinde bir hikaye yazdım. Umarım beğenirsiniz.

    Maskelerin ardına sığınmış aşkların şehri, Venedik.

    http://orcun.baslak.com/maskelerin-ardina-siginmis-asklarin-sehri-venedik-karnavali-maske-fotografi/

  10. #14 by ayşe on 24 Temmuz 2014 - 11:53

    siz uzun yazın bence yazım şekliniz çok güzel hiç sıkılmadan keyifle okunuyor lütfen birdaha kısa yazmayın olurmu 🙂 bende eylülmü ekimmi yoksa seneye haziran başımı italyaya gitsem diye düşünüp karar veremiyorum gittiğimde sırf turistik yerlerini görmekten fazlasını yapmak istiyorum bakalım kısmet resimleride çok beğendim floransa resimlerinde hdr kullanıp bazılarını balık gözüylemi çektiniz diğer gece çekimlerinizde çok başarılı tripodmu kullandınız sertifikalı biri olarak benim çektiğim kareler berbat 😦

    • #15 by Kamil on 24 Temmuz 2014 - 12:51

      Eylül sonu, Ekim başı güzel zamanlar. Mayıs’ta süper olabilir. Ama bence seneye bırakmayın, bir an önce gidin 🙂 Seneye kim bilir kaç tane engel çıkar.

      Floransa’daki 2008 yılındaki fotoğraflarda HDR var. Balık gözü kullanmadım ama fotoğraf makinemin sensörü full frame ve 17 mm de nispeten daha geniş açı veriyor. Tüç çekimlerim elledir, tripot kullanmıyorum. 🙂 Ellerimi titrememek üzere eğitmişim bir şekilde. Nefesi de verip sakin kaldınız mı çekiliyor elde gece fotoğrafı.

      Bu arada sonrasında hep uzun yazdım zaten. Mesela Çin yazısı 62 sayfa oldu. 🙂

      Şimdiden iyi eğlenceler ve selamlar

  11. #16 by çağrı on 29 Ocak 2015 - 17:20

    yazılar kesinlikle uzun olmalı. blogunuzu yeni keşfettim ve sırayla tüm yazılarınızı okuyacağım. ben de italyaya eşimin mesleği nedeniyle bir kaç ziyarette bulunmuştum.la spezia ikinci vatanım gibi olmuştu. en çok dikkatimi çeken italyanların neredeyse hiç ingilizce bilmedikleriydi. herhangi birine ingilizce bir şeyler anlatmak çok zordu. kahve meselesi ise aynı sizin anlattığınız gibi. harika özetlemişsiniz. bir de esspresso yanında bir bardak sıcak su alarak americano yapıyorduk biz. güzel yer italya:)

    • #17 by Kamil on 29 Ocak 2015 - 17:22

      Teşekkür ederim beğeniniz için.
      Bakalım bir iki hafta içinde 8. İtalya ziyaretimi yapacağım. Belki yeni gözlemler eklerim bu yazıya.
      Diğer yazıları da okuyacağınızı söylemişsiniz.
      İlginizi çeken bölgeye göre Pakistan, İsveç veya Singapur’u tavsiye ederim.
      Selamlar

  12. #18 by Faruk Selim on 04 Mayıs 2015 - 14:46

    Yazıların kısalığından şikayetçi bir kardeş daha var burda. Wuhuuu bu da çok güzeL. Siz uzun yazın, istemeyen okumasınokumasın. Nanik. İtalya ya geçtiğimiz Ağustosta uğradım. Uğradım diyorum çünkü gezdim gördüm demeye dilim varmıyor sizin bu yazdıklarınızı okuduktan sonra. Tur şirketleriyle seyahate gidilmemesi gerektiğine tam kanaat getirdim. Tur şirketleri ile olsa da gezme kısmında ayrı takılmak daha bi cazib gelmeye başladı.

    Maalesef Buralardan kalkıp İİtalya’lara gidip sadece pizza, makarna ve peynir yiyip döndüğüm için çok muzdaribim. Amenna bizdeki makarnaların çok üstünde lezzetler hakeza pizza ve İtalya ya özgü peynir ailesi de öyle. Ama sizin tarifleriniz insanı bi özendirmiyo değil.

    dediğiniz gibi ün yapmış metropol şehirlerin nüfusları bizim ortalama bi ilimizden farksız belki daha aaz. Farklı bi nüfus dağılımı var. Tabiki bahsettiğim İtalyan nüfus. Yoksa heryer ana baba günü gibi. Hatta öyle ki çekik gözlü olmadığımız için kendimizi yanlız hissettik. Bilmeyen birisi İtalyanların çekik gözlü olduğunu düşünebilir.

    İİtalyanları gerçek manada centilmen olduklarını saptadım. Yazıda değinmemişsiniz. Evet çok ince düşünceli değiller fakat birşey rica edildiğinde emrine amade oluveriyorlar. (Güneyliler için işin tam tersi olduğunu düşünüyorum)

    Gezi boyunca gittiğimiz tek bir köy vardı. Başta köyün delisi sandığım üzerinden yanlız iç çamaşırıyla kapı kapı dolanan ve milletten dilendiği kağıt&bozuk paraları donunun içine sıkıştıran, donuyla bile karizmatik diyebileceğim abimizin o gün damat olacağını öğrendiğimde İtalya dan kız almamak gerektiğini anladım. Bu yaygın bir adetmiş.

    İtalya da beni üzen bi olay var. Ne zaman yaşlı bi italyan görsem konuşmak istedim ve bu girişimim hep olumsuz sonuçlandı. Ağızlarından tek kelime bile alamadım. Hikmeti nedir bilinmez ama üzücü.

    Bence İtalya da bir Tanrı eline aldığı mistik değerler taşıyan binlerce eseri, zar sallar gibi sallayıp sallayıp o kadın çizmesi ülkenin üzerine fırlatmış ve büyük çoğunluğu roromaya isabet etmiş. Açık hava müzesi izlenimi veriyor.. Vs vs

    Sizi okumaktan zevk alıyoruZ. Yazıların devamını bekliyoruz. Sevgiler.. Saygılar..

    • #19 by Kamil on 04 Mayıs 2015 - 19:11

      Yorumunuz ve anlatımınız blog yazısını kıskandıracak nitelikte. Bence siz de hemen başlayın yazmaya. Biz de sizi okuyalım 🙂
      Selamlar.

      • #20 by Faruk Selim on 05 Mayıs 2015 - 08:35

        İşi ehline bırakın demişler.. Siz bize yetersiniz.. 🙂 yorumunuz için teşekkürler.

  1. Fransa İzlenimleri | Gözüme Takılanlar

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: