Fransa İzlenimleri

Trocadéro'dan Eiffel Manzarası

Trocadéro’dan Eiffel Manzarası

Kısa bir sessizlikten sonra yine bir Avrupa ülkesi ile karşınızdayım. Ancak bu sürede boş durmadım, bloğu yeni adresine taşıdım, bir facebook sayfası açtım, bir de Twitter hesabı ile seriyi tamamladım.

Blogun oturan formatını bozmamak için kendi başına bir yazı olamayacak gözlemlerimi kısa kısa ve daha sık facebook sayfasında fotoğraflar eşliğinde paylaşıyorum. Bu paylaşımlar bazen henüz blogda anlatmadığım ülkeler bazen de farklı ülkelerden kolajlar şeklinde olabiliyor. Ehhh siz de takip ederseniz güzel olur.

Bloga gösterilen ilgi beni bile şaşırtan boyutlara geldi. Haftada bin okuyuculardan ayda 10 bin okuyuculara geldik. Sağolsun Google da siteyi artık aramalarda en üst sıralara taşıdı. Blogdaki yazılar web sitesi dışında artık yazılı basında da yayınlanmaya başladı. Yakında çok daha farklı gelişmeler olabilir. 🙂

Yazıya geçmeden son bir not; sevgili okuyucularım, taa üşenmeyip bana ePosta atıp yazının içindeki fotoğrafları daha büyük boyutta koymamı tavsiye ediyorsunuz ama o fotoğrafın üzerine tıklamaya üşeniyorsunuz. Tüm fotoğraflar tıklandığında büyüyor. 🙂

Yazımıza gelecek olursak, söyleyecek çok bir şey yok. Fransa işte. Bir önceki ülke izlenimlerine gelen daha uzun yazı istiyoruz yorumlarından dolayı bu sefer elimi biraz daha serbest bıraktım. Okuyun bakalım benim gözüme takılan Fransa sizin bildiğiniz Fransa’ya benziyor muymuş?

İnsanlar

Kabul ediyorum Fransızlara karşı hep olumsuz yönde bir önyargım vardı. Paris’e yaptığım turistik ziyaretlerde bu görüşümde pek bir değişim de olmadı. Ama ne zaman küçük şehirlere indim, insanlarla kaynaştım bu durum değişmeye başladı. Ha tamamen değişti mi düşüncelerim? Hayır. Ama biraz daha sempati kazandığım kesin.

Temel özellik olarak Fransızlar rahat insanlar. Zorlanmaya gelmiyorlar. Zorlanmıyorlar da zaten. Birlikte iş yaparken bir sorun olursa, hiç bozmuyor istifini, stres yapmıyor, dertlenmiyor, üstüne almıyor. Üstüne alsa da sorunun keyfini kaçırmasına izin vermiyor. Bu gamsız tarzlarını hafif kıskanmadım değil. Hayata çalışmaya, bir şeyler başarmaya gelmiş insan görünümünden çok zevk almaya, sefaya gelmiş insanlar gibi duruyorlar.

Champs de Mars

Champs de Mars’da insan manzaraları

Birlikte çalıştığım insanlar diğer tüm milletlerin aksine bir iki ufak yorum dışında nedense hiç politika veya tarih konuşmak istemedi, ben de genelde konuyu açmadım. İkinci, üçüncü günden sonra artık yemekte konuşacak konu kalmayınca mutlaka birilerin bu konuları açmasına alışığım. Aynı şeyleri konuşa konuşa otomatiğe bağladım sanki. 30 dakikada Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayıp günümüze gelip, 2 dakikada da Ortadoğu’nun güncel durumunu toparlayabilecek cümleler artık ağzımdan kendi kendine dökülüyor. Ne güzeldir ki bu bilgilere burada hiç ihtiyaç duymadım.

Fransızlar kültürleriyle çok övünen bir toplum. Ama bunu konuşarak, diğerlerini küçümseyerek, senin gözüne sokarak değil çok da mütevazı şekilde yapıyorlar. Ama düşünceleriyle, konuşmalarıyla bunu sana çok güzel hissettiriyorlar. Zaten en çok bu özellikleri ile ısındım kendilerine. Özellikle az gelişmiş ülkelerdeki insanların sohbetlerde sürekli kendilerini övmelerini, ne kadar muhteşem bir millet olduklarını, mutfaklarının ne kadar zengin olduğunu, ülkelerinin konum olarak aslında dünyanın en önemli noktasında olduğunu dinlemek artık bende mide bulantısı yapıyor. Maalesef benzer cümleleri biz de kendimiz hakkında kullanıyoruz bazen. Fransa hiç bu konulara girmeyen nadir ülkelerden oldu. Ki dünyanın 3 önceki süper gücünün torunları adamlar. Sömürgeleşme yarışının kare asından da bir tanesi. Hala dünyanın çeşitli yerlerinde toprak parçaları, adaları var. Fransa’da bir seçim olduğunda taa pasifik okyanusunda sandıkların ortaya çıktığı adacıklar var.

Jardin des Tuileries

Jardin des Tuileries

Yeni çağa baktığınızda dünyadaki tüm milletlerin toplamından daha çok kültürel birikim sağlamışlar. Yazar, düşünür, bilim adamı sayısının konuyu düşününceye kadar ne kadar fazla olduğunu fark etmemiştim. Felsefe akımlarına bakıyorum hemen hepsi Fransız bir düşünür tarafından başlatılmış veya geliştirilmiş. Sayılarını karşılaştırmadım ama Antik Yunan dönemi dışında bu kadar çok düşünür çıkarmış başka bir toplum yok tarihte. Sadece filozof ve edebiyatçıları değil, mimarileri, kıyafetleri, yemekleri, kraliyet kültürleri ve en son olarak krallarının kafalarını kesip monarşiyi bitirmeleri ile tüm Avrupa’ya kültürel ve toplumsal olarak damgalarını vurmuştur. Başta Paris olmak üzere şehirlerini gezdiğinizde gördüğünüz saraylar ve bunların ihtişamı etkileyici. Eğer Fransız devrimi diye bir şey olmayıp (ki o zaman şimdi dünya bambaşka bir yer olurdu) Fransa diğer birçok Avrupa ülkesi gibi sembolik bir kraliyet ailesine sahip olsa kesinlikle dünyanın en zengin kraliyet ailesi olurdu. 2 hafta önce Hollanda kralının taç giyme törenine canlı tanıklık ettim. Oturduğu kıytırık bir saray, altında Volvo S80 bir araba, o kadar. Mercedes bile alamamışlar adamcağıza. Danimarka kralının sarayı görseniz, Hollanda’nınkinden daha da küçük. Zavallı İsveç Kralını geçen sene çocuğu doğunca meclisin kesinti yaptığı maaşı ile geçinemediğini söyleyip televizyonda vızıklarken görmüş, “Yazık ya, şu adama atıverin 3-5 Kron” demiştim. Her halde içlerinde en iyisi Fransa’dan bir sonra ki süper güç olup, Fransız ihtilali sırasında bir şekilde kelleyi korumayı başaran İngiltere kraliyet ailesidir. Ama Buckingham sarayı ile Versay’ı kıyaslamak bile komik olur. Kaldı ki zevkine düşkün Fransa krallarının bir tane de sarayı yok. Her bölgenin dükünün saraycığı haricinde kendine ait bir saray kondurmuş her şehre. Paris içinde kaç tane saray var bilmiyorum. Louvre müzesi bile saraymış. 1700’lerin sonunda monarşi biterken her bir soylu ya kelleyi daha verimli kafa kesmek için icat edilmiş giyotinlerin önündeki sepete bırakmış ya da ortadan kaybolup halka karışmış. Şu anda hiç bir Fransız benim dedemin dedesi bilmem ne düküymüş diye bile ortaya çıkamıyor. Olayın kökünü kazımışlar. Tüm saraylar da halka ait olmuş.

Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik

Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik

Fransızlar mütevazı dedim ama birçok konudaki şovenist tutumları ile de dikkat çekiyor bu insanlar. En başta dilleri hakkında tutumları çok ilginç ki bir sonraki başlığı dillerine ayırdım. İkinci sırada Eiffel kulesi hakkındaki şımarıklık kokan tutumları geliyor. Neymiş efendim, Eiffel kulesi çok ama çok çirkinmiş. O kadar çirkinmiş ki Paris’i mahvetmiş. Paris’teki en güzel yer kulenin üstüymüş çünkü sadece oradan kule görünmüyormuş (ki bu da yalan). Anlatılanlar böyle sürüp gidiyordu. Fransızların kule hakkındaki bu kötü yorumlarını hep duyardım ve abartılarak anlatıldığını, eğer gidip bir Fransız’a sorsam kesinlikle olumlu şeyler duyacağımı düşünüyordum. Hiç de öyle olmadı. Tam da beklentimin aksine, anlatılanlar gibi Eiffel hakkında atıp tutmaya başladılar, ama öyle bir anlatıyorlar ki adamların hayatında bir kere bile Paris’te bulunup Eiffel kulesini gördüğünden bile şüphe ettim.

Eiffel

Eiffel ve tepe ışığı

Fransız amca: Kule tamamen göz zevkini bozan, estetikten yoksun 400 metrelik bir şey. Bak şey diyorum, ne olduğu bile belirsiz.

Ben: 400 metre değil 324 metre.

Fransız amca: Evet evet, 324 metre ve çelikten bir çirkinlik ikonu.

Ben: Çelik değil, demir.

Fransız amca: Ha?

Ben: Eiffel çelik değildir, tamamen demirden yapılmadır.

Fransız amca: Evet demir. Ama çok çirkin. Bıdı bıdı….

Ben: Fesüpanallah (içimden)….

…..

Vallahi bana kalırsa kule çok ama çok güzel. Hatta tahminimden de güzel. İlk ziyaretimde beni çok şaşırtmıştı. Parçalı bulutlu bir gündü. Şehrin üzerinde çok hoş gölgeler ve ışık oyunları vardı. Kuleyi ilk kez görmek için Trocadero meydanından çıkmıştım. Köşeyi dönünce bulutların arasında süzülen ışığın tam altında karşıladı beni. Tüm şehir gölgelere bürünmüşken sorgu masasında, suratına spot tutulmuş gibi duruyordu kendisi. Gerçekten göz alıcıydı. İşte o an Fransızların kendisine yönelttiği tüm suçlamalara karşın masum olduğuna inandım Eiffel’in.

Özellikle gece ışıklandırıldığında güzelliği daha da artıyor. Yine 2010 yılındaki ziyaretimde tepesinde gök yüzünü bir deniz feneri gibi tarayan bir ışık vardı. Yere paralel olarak 360 derece dönen bu ışık huzmesi ışıklandırılmış haldeki kuleyi daha da çekici hale getirmişti. Maalesef sonraki ziyaretlerimde o tepede dönen ışık yoktu.

Cam Piramit

Yine ilk ziyaretimde bir de gece yakından görmek istemiş, üşenmeden yemekten sonra Champs de Mars’a kadar yürümüştüm. Gündüz ortamı süsleyen bulutlar yerini açık ve ayaz bir geceye bırakmıştı. Yakından kuleyi ve ışıklarını keyifle izledim. Kedi gibi, gözlerimle dönen ışığı takip ettim. Yeterince izlediğime karar verince (ya da artık soğuktan burnumu ve kulaklarımı hissetmemeye başlayınca da diyebiliriz) otelime dönmek için uzaklaşmaya başladım. Kuleye arkamı dönmüş giderken birden şehrin tamamından “Ooooo” ve “Aaaaaa” karışımı bir şaşkınlık uğultusu duydum. Bir kişiden gelmiyordu ses. Gerçekten şehir uğuldamıştı. Ne oluyor diye arkamı döndüm. Eiffel parıldıyordu. Rastgele olarak kulenin her tarafında flaşörler çakıyordu. Gerçekten çok güzeldi. Ne kadar uğraştı isem de o flaşörlerin güzel etkisini fotoğraflara hakkıyla aktaramadım. İkinci ziyaretimde dönen ışığın gittiğini görünce parıltılarında kaldırıldığını sanıp üzülmüştüm. Neyse ki 2013 yılında halen o flaşörler devrede. Her saat başı sadece 5 dakikacık çakıyorlar ve 55 dakika boyunca insanları merakla bekletiyorlar.

Eiffel'in tepesinden

Eiffel’in tepesinden

Benim bu kadar beğendiğim Eiffel için bu kadar olumsuz konuşan Fransızların söylediklerini düşündüm. Hani durum şöyle olsa anlayacam; Paris’te mutlu mutlu yaşayan Parisliler vardır. Hepsi şehirlerine aşıktır. Derken biri gelir toplumun iradesine rağmen oraya kuleyi diker. Sonra herkesin gözüne batar kule ve sevmezler. Ama insaf, kule 1889’da yapılmış. Yani Eiffelsiz bir Paris manzarasını hatırlayan tek bir kişi olamayacağı gibi yaşayanların büyük kısmının babasının babası bile hatırlamıyordur o zamanları. Doğduğu günden beri gördüğü bir şeyi bu kadar benimseyememesi şovenizm değil de nedir? Sırf bu gıcık insanlara ders vermek için birisi çıkıp kuleyi oradan alsa bahse girerim hepsi oturur ağlar, “Kulemi istiyorum” diye facebook sayfaları açar. Twitter’da #BenimKulemBenimSecimim hashtag’i trending topic olur.

Bu arada facebook kullanımı Fransızlar arasında gerçekten çok azdı. Aynı şekilde foursquare kullanım oranı da turistleri çıkardığında sıfıra yakın. Nedense sosyal medya ile araları iyi değil.

Sosyal medya ile araları iyi değil ama açığı kapatmak için başka sosyal yönlerini geliştirmişler. Benim Fransızlar hakkındaki en temel ve en çok dikkatimi çeken gözlemim kesinlikle tokalaşma alışkanlıklarıdır.

Bugüne kadar 4 kıtada 20’den fazla ülkede çalıştım, eğitim verdim, kurulum yaptım, yani gerçekten çok farklı kültürlerden çok fazla insanla çalışma fırsatım oldu. Anlatacağım durum kesinlikle Fransızları diğer tüm milletlerden ayırıyor.

Nedir bu tokalaşmadaki gariplik anlatayım. Dijon’daki bir fabrikada kurulum ve eğitim amaçlı bulunuyorum. Bu tip durumlarda genelde bana özel bir oda ayarlarlar, uygun oda yoksa bir toplantı odasını rezerve ederler, en kötü kendi ofislerinde bir masa verirler. Bu seferde benim çalıştığım konu ile ilgili 3 kişinin ofisinde dipte bir masaya yerleştirildim. Yani odayı orada çalışan 3 kişi ile paylaşıyorum.

Ama ister özel oda versinler ister kendi odalarına alsınlar değişmeyen bir şey vardır, sürekli yanımda bana eşlik eden yerel birileri olur ve bu kişinin günlük işleri de sürdüğü için gün içinde sürekli olarak fabrikadan birileri gelip kendisine bir şey sorar.

Eglise De La Madeleine

Eglise De La Madeleine

İşte gariplik burada başlıyor. Odaya 5 saniyeliğine kapıdan bir soru sormaya gelen insan bile mutlaka gelip elimi sıktı. “Eee ne var bunda? Kibar insanlar işte.” diyeceksiniz. Durum gerçekten öyle değil. Şimdiye kadar gördüğüm en kibar insanlar İngilizlerdi ama onlarda bile böyle abartılı bir uygulama yoktu. Böyle bir ortamda normal olan şey, bir işçi odadaki mühendise bir şey soracaksa kapıdan soruyu sorar, tek kelimelik cevabını alır gider. Konu uzunsa odaya girer, masasına gider soruyu sorar, konuşurlar gider. Çok kibar biri ise odaya girer bana selam verir, ilgili kişiye sorusunu sorar gider. Burada istisnasız herkes ama herkes odanın en dibinde tek başına oturan kişiye, yani bana kadar gelip, elimi sıkıp, sonra geri dönüp ilgili kişiye sorularını sordular. Ya günde en az 80 kişinin elini sıkıyordum. O kadar çok el sıkıyordum ki bir dahaki seçimde Dijon belediye başkanlığına adaylığımı koymayı bile düşünmeye başlamıştım. Hele bazı psikopatlar vardı ki işte onlar iyice dikkat çekiciydi. Bu arkadaşlar odadaki birine soru sormak için geldiklerinde ben dipteki masamda, laptopın arkasına gömülmüş, kulağımda kulaklıkla birileri ile Türkçe konuşuyor oluyordum. Ne yapıyorlardı dersininiz? Masanın önüne gelip bekliyorlardı. 1 dakika, 2 dakika, 3 dakika… Bakıyorum adam beni bekliyor, konuşmamı kesip kulaklığımı çıkartıyordum. Adam “Bonjur mösyö” diyip elimi sıkıp arkasını dönüp odadaki birine soru soruyordu. Ben şaşkınlığımı atlattıktan sonra konuşmama devam ediyordum. Arkadaş “Ya adam meşgul, işim de var, sorumu sorayım, gideyim” demiyor. İnatla elimi sıkmak için bekliyor. Haa adamı tanımıyorum da, tanıştırılmadık da, benim kim olduğumu o da bilmiyor, zaten elimi sıkarken de tanışmıyoruz. Sadece sıkıyor ve gidiyor. Nedir bundan aldıkları tatmin anlamadım.

Odaya gelenler benim sadece elimi sıksa da eğer gelen kişi bayansa diğer arkadaşları her seferinde öptüler. Birkaç kere erkekler de öptü birbirini. Fransızlarda da erkeklerin öpüşmesi gibi bir şey varmış. Ama öyle French kiss olayına falan girmediler. 🙂

Paris Operası

Paris Operası

Zaten tek başına “Bonjur mösyö” olayı da el sıkma kadar olmasa da dikkat çekici bir olay. Evet, yabancılar biz Türklere göre veya en azından benim gibi büyük şehirlerde yaşayan Türklere göre çok daha fazla selamlaşıyor, sokakta göz göze gelince gülümsüyor, kafasıyla selamlıyor ya da kendi dilinde “selam” diyor, geçiyor gidiyor. Buna alışığım. Fransa da bu örneklerden farklı değil demek isterdim ama farklı. Hem de çok farklı. Burada el sıkma kadar olmasa da dikkat çekici ölçüde selam alıyordum. Çalıştığım fabrikada koridorlarda istisnasız her bir insan evladından mutlaka bir bonjur alıyordum. Diğer ülkelerde bu selamı almak için göz göze gelmeniz veya o yöne bakıyor olmanız gerekirken burada öyle bir kriter aranmıyordu. Hadi orası bir şirket ve herkes bir şekilde tanış, sen de misafirsin ve selamlaşmak çok garip değil diyelim. Ya restoranlar? Akşamları restoranda tek başıma bir masada oturuyorum. Ya yemek yiyorum ya da yemeğimi bekliyorum. Mekana bir müşteri geliyor, boş bir masa seçiyor ve oraya giderken bana dönüp bir “Bonjur Mösyö” çakıyor. Haydaaaa, noldu şimdi? Neden selam verdi bana? Ben de bir bonjur’la altta kalmıyorum tabi. Ya kim müşteri olarak gittiği restorandaki diğer bir müşteriye sebepsiz yere bonjur der ki? Bir değil, iki değil. Sanki restoran benim de, gelen müşterileri karşılıyorum. Tabi Paris’te bir kere bile böyle bir olay olmadığını söylemem lazım. Belki de Bourgogne bölgesine ait bir özelliktir çünkü o bölgedeki 2 farklı şehirde bu olaylar sürekli tekrarlandı. Bir ara acaba ünlü bir Fransız artistine mi benziyorum diye düşünmedim değil. Aklıma Kemal Sunal’ın Belmondo’ya benzetildiği Devlet Kuşu filmi gelince bu düşünceden de uzaklaştım.

Bir de bana bonjuru çakan kişiler her masaya aynı şeyi yapsa biraz daha normal gelecek. Adetleri bu diyecem. Rastgele iki masaya bonjur demeden oturulmuyor yemeğe. Ama o gelişigüzellik mutlaka bana denk geliyor. Bulabildiğim tek açıklama şöyle bir şey. Adamlar yemeğe geliyorlar, bakıyorlar orada tek başına oturan biri var, “Yazıkkk” diyorlar, acıyıp 2 bonjur hakkından birini bana kullanıyorlar.

Dil

Fransızların dillerine bağlılığı meşhurdur. Ülkelerinde başka dillerin konuşulmasından hoşlanmazlar, siz onlara İngilizce bir şey sorduğunuzda İngilizce bilseler bile cevap vermezler diye anlatılıyor hep. Avrupa’daki gördüğüm en az İngilizce konuşma oranına sahip ülkenin yarısından azdır herhalde Fransa’da İngilizce konuşulma oranı. Okuduğum, duyduğum hikayeler çok daha uç ve aşırı örnekler içeriyor. Havaalanındaki görevliden tutun, otelde resepsiyondaki görevliye kadar hiç kimsenin tek kelime İngilizce konuşmadığı, hatta bilse konuşmayı reddettiği anlatılıyor. Bir kere benim gözlemim turistik yerlerde herkes İngilizce konuşuyor. Tamam, aksan gerçekten çok kötü ama otelde, havaalanında anlatıldığı kadar bir sorun yaşanmıyor. Paris’teki turistik restoranlarda siparişinizi alacak kadar İngilizce konuşan bir garson bulmanız oldukça olası. Ha Paris’in dışına çıktığınızda durum o kadar parlak değil, bunu kabul etmek lazım. Ama kesinlikle karşımdakinin İngilizceyi bilip de inadına konuşmadığını hissettiğim bir durum olmadı. Bilmeyen de anlaşmak için çabalıyor bir şekilde.

Sacre Coeur

Sacre Coeur

Tabi bu çabalama konusunda pek yetenekli değiller. Fransa’da olmasa bile Fransızca konuştuğu için konuyla alakalı bir anım var. İsviçre’nin Fransızca konuşulan bir dağ köyündeki garip bir otelde kalmam gerekmişti. Pazar akşamı otele vardığımda oteli kapalı bulduğumda küçük bir şok yaşamıştım. Panik olmama saniyeler kala fark etmiştim ki otelin ve odamın anahtarını kapının yanına asıp gitmiş düşünceli otel sahipleri. Neyse otelin kapsını bıraktıkları anahtarla açıp içeri girdim, sonra tekrar kilitledim, odamı buldum. Tüm köy kapalı olduğu ve otelin mutfağının da kilitli olmasından dolayı aç bir şekilde yattım. Sabah kalktım, sevgili otel çalışanları dükkanı açmışlar. Resepsiyonda bir teyze duruyor. Önce ben falanca kişiyim, gece geldim hadi check in yapın demeye çalıştım. Baktım karşımdaki Yes, No seviyesinde dahi İngilizce konuşmuyor. Peki, olabilir. Sonuçta İsviçre Alplerinde çok küçük bir dağ köyündeyim. Otel resepsiyonuna İngilizce bilen birini bulamamışlar, yapacak bir şey yok. Check in yapılmaması da benim değil onun sorunu. Ben kendi sorunuma döndüm, açım. Aç olduğumu anlatmaya çalışıyorum ama bazı gerçeklerin farkındayım ve kabul etmişim. Nedir bu gerçekler. Ben hiç Fransızca bilmiyorum, karşımdaki de hiç Türkçe veya İngilizce bilmiyor. Olabilir. Ben de vücut dili ile bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Bir yandan da hala teyze için ümit var içimde, elimle kolumla hareketler yaparken tek kelimelik cümlecikler kuruyorum, belki çağrışım yapar diye düşünüyorum. Önümdeki hayali tabaktan elimle ağzıma lezzetli kahvaltılıkları tıkıştırıyorum “Eaaatttt” diyorum, göbeğimi okşuyorum, “fooodddd” diyorum. Ne dediğimin önemi de yok. Ama bariz çaba gösteriyorum ve aynı kelimeyi tekrarlıyorum. Karşımdaki ne yapıyor? Bana koca koca Fransızca paragraflar okuyor maşallah. Ancak Moliere o kadar uzun Fransızca cümleler kurabilir. Karşımdaki kişi de anlayamadığım tek bir Fransızca kelimeyi üst üste tekrar etse en azından diyecem ki “Çabalıyor, ama ben bilmiyorum işte”. Yok inatla, kırışık ve ifadesiz suratıyla uzun uzun konuşuyordu. Bir ara “Sus artık görmüyorsun anlamıyorum işte ne konuşuyorsun” diyecektim de zaten sorun anlaşamıyor olmamız. Aynı şeyi yapmamak için sustum. Deli etmişti beni.

Sonuç; koca otelde bir kişi dahi İngilizce bilmiyordu, kadından sıkılıp kendi başıma mutfağa gittim, tabağımı kendim alıp bir şeyler yedim, fabrikaya gidince “Birisi oteldeki uzaylıyı arayıp akşam geldiğimde bana yemek vermelerini söylesin” demiştim.

Trocadéro

Trocadéro

Konuşma konusunda anlatılana göre daha ılımlılar ancak yazı konusunda hala çok ama çok katılar. Turistik sayılan restoranlarda dahi menüde İngilizce açıklama bulmak çok güç. 2-3 yer dışında (onlarda iyice turistikti) Fransızca dışında tek bir kelime yazmıyor menülerde. Sadece menüler de değil, müzeler, şehir merkezleri, tabelalar (ki bu başka bir başlık olacak) her şey tamamen Fransızca, inatla başka dilde ek bir açıklama yazılmıyor. Paris’in iki havaalanını da farklı dönemlerde kullandım, orada çok az da olsa İngilizce tabela var ama en büyük ikinci şehri olan Lyon havaalanında tek bir tane bile İngilizce tabela yok.

Bu arkadaşların kendi dillerini sevme durumu kadar İngilizceyi sevmeme durumları da var. Zaten zamanında süper güç unvanlarını ellerinden alan, sonra da sürekli savaştıkları İngilizlere karşı bir antipati olmasını anlayabiliyorum. Belçika’nın da kurulması sırf bu karşılıklı antipatiye dayanıyor. Zamanında Fransız Kralı ve Britanya Kralı oturmuşlar ve demişler ki; “Yaa biz durmadan kavga ediyoruz, savaşıyoruz. Olmuyor bu. Ülkelerimiz arasındaki bölgede yaşayan şu köyler var ya, gel onu bir krallık haline getirelim, ikimiz ortak olarak onun başına bir kral tayin edelim, tampon bölge olsun, o kral da bize mukayyet olur belki, daha az savaşırız”. Ve bunun üzerine Avrupa’nın soylu ailelerini tek tek tarayıp uygun gördükleri birine yeni kuracakları bölgenin kralı olmasını teklif etmişler. Tabi bu teklif kaçar mı? Amca hemen işi kabul etmiş. İşte Belçika krallığı bu şekilde oluşmuş.

İngilizcenin uluslararası dil olarak kullanılması bu arkadaşları ayrıca rahatsız ediyor. Avrupa birliğinin anayasasına kadar sokmuşlar bu hassasiyetlerini. AB parlamentosunda yapılan her konuşma, her yazışma İngilizce yanında bir de Fransızca yapılıyor. Ya da daha popüler bir örnek; Eurovizyon’daki sunucular her anonsu, her ülkenin verdiği puanı önce İngilizce sonra Fransızca yapıyor. Törki tüvelf points, la Türki duz pua sözleri hala kulağımda.

DijonBu dil konusundaki zıtlaşma bazen komik durumlara da yol açabiliyor. Mesela bir ara “Evrensel zaman” diye bir kavramın gerekliliği ortaya çıkmış. Avrupa ülkeleri oturup bu standardı oluşturmuşlar, isim olarak da her ülke aynı anlama gelen ifadenin kendi dilindeki karşılığını kullanıyormuş. İngilizler Coordinated Universal Time (CUT) demiş, Fransızlar da Temps Universel Coordonne (TUC) demişler. Ama hangi kısaltmanın uluslararası ortamda kullanılacağı konusu büyük tartışmalara neden olmuş. İngilizler CUT denmeli, Fransızlar TUC diye diretince ve araya giren onlarca kurum veya kişi, taraflardan birini ikna edemeyince çözüm ikisinin dediğinin olmamasında bulunmuş. Ve hiçbir dilde bir anlamı olmayan UTC kısaltmasında karar kılınmış. Şu anda saat dilimlerini tanımlamak için kullanılan UTC+2 (ki bu Türkiye’nin saat dilimidir) kısaltması böyle saçma bir hikayeden geliyor.

Fransızlar benzer şekilde tüm kısaltmaları, önce uzun halini Fransızcaya çevirip sonra tekrar kısaltarak kullanıyorlar. Mesela uzun hali Acquired Immune Deficiency Syndrome olan AIDS hastalığının Fransızcası gidip SIDA oluyor. Yani evrensel kabul edilen tüm kısaltmalar Fransa’da değişiyor.

Fransız A Klavyesi

Fransız A Klavyesi

Kısaltmaları bile değiştiren adamların klavyelerinin de farklı olması beni şaşırtmadı. Bir yere kadar değişikliği anlıyorum diyeyim (aslında anlamıyorum), harflerin dile göre kullanım sıklığına bakmışlardır herhalde diyorum. Mesela A’yı en sol üst köşeye taşımışlar. M’nin de yerini beğenmemişler falan filan derken bazı harfler başka yerlere gitmiş, tamam. Anladığım kısım buraya kadardı. Ama bu arkadaşlar tutup tüm rakamları yukarı çıkarmışlar. Yani rakamlar sadece shift’e basarak yazılabiliyor. İşte bunu anlayamıyorum. Sırf inattan yaptıysanız size tek bir söz söyleyecem. Dommages au cube de vinaigre forte, yani google translate göre “Keskin sirke küpüne zarar”. Rakamlı bir şey yazmak resmen işkence olmuş.

Fransa’da kaldığım tüm otellerde istisnasız olarak Fransızca dışında yayın yapan televizyon kanalları bulunmuyordu. Hani biz oteliz, turist geliyor, iki tane yabancı kanal koyalım bile dememişler.

Dijon sanat müzesi

Klasik Fransız odası, Dijon sanat müzesi

Zorladıkları dilleri de biraz alışana kadar okunması en zor dillerden biri gibi geldi bana. İlk Fransa ziyaretimde birine bir şey sormam gerektiğinde kendi meşrebimce seslendirdiğim her Fransızca kelimenin okunuşu benim uydurduğumdan o kadar farklıydı ki, yani bazısında nerede ise harf bile tutmuyordu. Kelimelere bakıp “Yuh artık, bu kelimeyi nasıl böyle seslendirirsin ki?” dediğimi ve bunu çok kez tekrarladığımı hatırlıyorum. Ama zamanla, hele ülkede biraz zaman geçirip konuşmalara kulak misafiri olunca o kadar da zor gelmemeye başlıyor, alışıyorsun.

Fransızca konuşma konusunda sadece Fransız kökenli olanlar hassas değil. Bu takıntı göçmenlere de sirayet etmiş. Ülkedeki göçmenler de neredeyse sadece Fransızca konuşuyor. Hatta kendi aralarında bile Fransızcadan başka dil konuşmuyorlar. Almanya’da, Hollanda’da iki Türk genelde aralarında Türkçe konuşurken Fransa’da Fransızca konuşuyorlar.

Dillerini sadece ülkelerinde yaşayan göçmenlere de bulaştırmamışlar, bize kadar kolları uzanmış bu arkadaşların. Osmanlının son dönemlerinde İngilizler Padişah ve saray çevresini politik olarak etkisi altına almışken, Fransızlar da boş durmamış ülkenin önde gelen zenginlerini ve sosyetesini etkilemiş. Moda, yemek, kültür ve dil olarak bir çok kavramı kültürümüze monte etmişler. O dönemden kalan en önemli alışkanlıklardan biri de yabancı kelimeleri Fransızca gibi telaffuz etmemiz. Örnek olarak sonu İngilizcede ‘tion (şın) veya ‘tional (şınıl) ile biten herhangi bir kelimeyi siyon veya asyonel olarak söylediğimizde Türkçeleştirdiğimizi sanıyoruz. Reception yerine resepsiyon dediğinde birden Türkçeleşiyor sanki. Veya International yerine Enternasyonal dediğimizde hooop Türkçe oluveriyor. Bu eklerle 50 tane örnek sayabilirim. Televizyon, izolasyon, adaptasyon, aksiyon, animasyon, motivasyon, asimilasyon, atraksiyon, akreditasyon, …. Bakın sadece biz bunları Türkçe sanmıyoruz. Bu metini yazdığım Word bile bu kelimelerin hiç birinin altını çizmedi. 🙂

Ama bugünlerde en çok dikkatimi çeken kelime akıllı telefonlarla hayatımıza giren Application’lar. Application demeyecek kadar diline bağlı birçok insan uygulama demek yerine Aplikasyon diyerek öz Türkçe konuşmaktan taviz vermiyor.

Fransızca tüm bu özellikleri dışında kulağa melodik geldiği söylenen veya daha net bir ifade ile “seksi” bir dil olarak bilinir. Bu tanımlama doğru olabilir. Ama bir de Fransızcaya seksi demeden önce fabrikadaki işçileri konuşurken dinlemenizi öneririm. Ben bol bol dinledim, ama neden bilmiyorum hiç tahrik olmadığım gibi hiç seksi de bulamadım. Bende bir sorun olabilir. 🙂

Göçmenler

İnsanlar başlığı sadece Fransız kökenliler için değil tabi ki de. Konu Fransa olunca ciddi bir göçmen nüfusu olduğunu görmezden gelemezsiniz. Hatta şimdiye kadar ilk kez ve sadece Fransa’da bu göçmen mevzusuna başka türlü bakmaya başladım. Öyle ki özellikle Paris’te gördüğünüz her bir insan evladı ya turist ya da göçmenmiş gibi bir hisse kapılıyorum. Eğer Eiffel, Louvre, Montmartre gibi turistik bir noktadaysanız, evet herkes turist. Eğer buraların bir arka sokağındaysanız veya şehrin merkezinden uzak bir yerdeyseniz herkes Afrikalı, Ortadoğulu veya dünyanın başka bir yerindeki Fransız sömürgesindenmiş gibi bir gözleminiz oluyor. Zaten çalışanlar, otobüs şoförleri, çöpçüler, biletçiler hepsi göçmen. Ama hepsi bana göre aksansız Fransızca konuşuyor gibi göründü. Yani 6 ay önce ülkeye gelmiş bir garson gibi de görünmüyor. Burada doğduğunu ama buralı olmadığını hissediyorsunuz.

Eiffel'den Trocadero

Eiffel’den Trocadero

Gerçekten Paris içinde herhangi bir ortamda etrafımdakilerin Fransız olduğunu hissettiğim bir an olmadı. Ama gel gelelim Paris dışında durum bu kadar abartılı değildi. Tabi ki arada göçmenler var ama %10’lar seviyesinde olduğunda hiç rahatsız edici olmuyor.

Hijyen

Şimdi kalkıp ta koskoca bir halka pis demek olmaz. Ama Avrupa’nın geri kalanına göre hijyen alışkanlıkları kesinlikle farklı.

Tarihten örnekler vererek yok aylarca yıkanmıyorlarmış, yok parfümü pis kokularını bastırmak için icat etmişler, o beyaz peruklar, pudralar hep yağlı saçları, pişikleri bastırmak için kullanılıyormuş falan demeyeceğim. Ama bunlar yalan değil.

Gözlemlerimde de çok tutarlılık yok aslında. İlk ziyaretimde Paris metrosunda her yanıma oturan yolcu bariz yağlı saçlı, pis tırnaklı birileri oldu. İşte tek ziyarete dayalı yazı yazmama prensibi burada Fransızları kurtardı çünkü daha sonra ziyaretlerimde o kadar üst üste istisnai durumlar görmedim. Evet Fransa’da düşük hijyen standartlı insan görme ihtimaliniz bir çok komşusuna göre daha yüksek. Ama herkes öyle değil tabi ki.

Bazen gördüğünüz güzel sayılabilecek bir Fransız kızın eline bakınca mideniz kalkabiliyor. O ne tırnaklar, ne eller. Şunu net söyleyebilirim, ortalama bir Türk kızı ortalama bir Fransız kızından çok daha bakımlı.

Champs Elysees

Champs Elysees

Zaten şöyle bir teorim var, French manikür denen bir kavram var biliyorsunuz. Öyle tahmin ediyorum ki bu manikürün çıkma sebebi şöyle bir olaylar silsilesine dayanıyor. Fransız kızlarının tırnak araları pislik içinde. Simsiyah görünüyor. Oje sürüyor ama o kadar siyah ki ucu, hala altındaki pislik görünüyor. İşte ucuna bir iki kat daha sürüyor. Ve artık kir görünmüyor. Sonra bu şekilde boyanmış tırnakları gören yabancılar bunu bir moda akımı haline getiriyor ve adına French Manikür diyorlar. Bu teori tamamen yanlış olabilir ama benim gördüğüm pis tırnaklar düşüncemi destekliyor.

Hijyen sorunu olarak gözüme takılan bir konu da vücut kılları. Hadi Fransız erkeklerini geçtim (ki normalde geçmem de bugün geçiyorum), kadınları bile doğal vücut kılları ile çok barışıklar. Bu konuyu çok fazla deşmeden sadece koltuk altı kıllarında bırakacağım. Şöyle bir bayan hayal edin. Metroda ayakta duruyor. Kolları iki yanında sallanır şekilde, üzerinde askılı bir bluz ve omzuna astığı çantası ile yolculuk ediyor. Şimdi bu bayanın kolunu kaldırmasına bile gerek duymadan, koltuk altı kıllarının kapalı duran kolların yanlarından fışkırdığını gördüğünüzde neden Pakistan, Hindistan, Arabistan’da hijyen diye bir başlık yokken Fransızlar için var diye sormayacağınıza eminim. İnsan “Iyyyy” diyor bu manzara karşısında. Onlar için normal ve doğal olabilir ama görüntüsü bile rahatsız ediyor beni.

Bana göre düşük olan hijyen standardının bir uzantısı yine Avrupa’daki diğer milletlerin yemediği birçok yiyeceği yiyebilme olarak karşımıza çıkıyor. Bağırsaktan tutun, salyangoza, kurbağa bacağından kelleye kadar birçok ilginç mahlukatı veya sakatatı afiyetle yiyorlar. Türkiye’de masaya gözümün önüne kuzu kellesinin servis yapılmasını hoş karşılamayan ben, Fransa’da yan masanın ortasında duran kocaman dana kellesine girişen 3 Fransız’ın iştahını görünce kuzu kellesine daha bir sempati ile bakmaya başladım. Madem konuyu açtık yemek başlığı ile devam edelim.

Yemek

Fransızlar yaşamak için yiyen insanlardan değiller. Yemek alışkanlıkları tamamen zevk üzerine kurulmuş ve bu konuda tanıdığım en hassas insanlar.

Öncelikle yemek yeme süreleri ile dünyanın geri kalanından ayrılıyorlar. Bir Fransız yemeğe oturdu mu en iyi ihtimalle 2 saatten önce kalkmıyor. Tabi bu süre arkadaşların hızlandırılmış süreleri. Eğer rahat bir ortam var ise, mesela ardından işe gitmeleri gerekmiyorsa rahatlıkla 6 saatlere çıkabiliyorlar. Hafta sonları arkadaş veya aile yemekleri, öğle yemeğinde başlayıp devam ediyor. Devam ediyor dediğim basbayağı devam ediyor. 6-8 saat süren yemek direkt akşam yemeğine bağlanıyor. Bir 4-5 saatte oradan devam ettin mi süreci yatakta sonlandırıyorsun.

ParisYemek konusundaki bahsettiğim hassaslık kendini ilk olarak bu süre konusunda gösteriyor. Çarpıcı bir örnek; müşterimin Fransa şubesi, o firmanın benim ziyaret ettiğim 19. ülkesindeki fabrikasıydı. Yani aynı firmanın 18 farklı ülkesindeki fabrikalarında/ofislerinde çalıştım ve firma kültürüne birazcık olsun hakimim. Fabrikadaki ilk çalışma günümde gördüm ki bu fabrikada sabah vardiyası 7 veya 8’de değil de sabah 4’de başlıyor. Bu ilk kez gördüğüm bir düzendi. Tabi durumu yemek konusuna bağlamadım önce. Belki adamlar erken kalkmayı seviyordur dedim. Hani Fransa’nın sembolü horoz ya, horoz gibi erkenden uyanıyorlar demek ki gibi bir açıklama buldum kendimce. Yanılmışım.

Tabi ben vardiya ile çalışmıyorum, 8’de gittim işe. Öğlen oldu, yemekhanede ne yiyeceğimizi merak ediyorum. İtalya fabrikalarında gayet güzel yemekler vardı, hatta yemeğin yanında şarap ikram ediyorlardı, Fransa’da çok daha güzel şeyler olacak diye bir beklenti içindeydim. Ev sahibim haydi yemeğe dediğinde hemen zıpladım. “Montunu al dışarı çıkacaz” dedi. Meğer fabrikada yemekhane yokmuş. Tüm dünyada yemekhanesiz tek fabrikaymış Fransa fabrikası. Gene bana düşününce mantıklı geldi, sürekli bir sebebe bağlamaya çalışıyorum karşılaştıklarımı. Adamlar yemeğe düşkün, fabrika yemeği kesmiyor demek ki, o nedenle dışarıda daha güzel şeyler yiyorlar diye açıkladım kendimce. Ama 350’den fazla çalışan var. Hepsi dışarıda yiyor, nasıl organize oluyorlar gibi sorular var kafamda. Durumu sonra anladım, meğer olay yemek süresiymiş. Bu arkadaşlar 12-13 arası 1 saatlik yemek molası süresine sıkışan öğle yemeğini kabul etmemişler. Ayaklanmışlar, sendikalar devreye girmiş. Çalışanlarını 1 saatte apar topar yemek yemeğe zorlayamazsın demişler. Sendikayı ikna edemeyen firma da çözüm olarak ilk vardiyayı sabah 4’e almış. Böylece ilk vardiya tam 12’de dağılıyor. Dağılanlar evinde veya dışarıda rahat rahat 2.5 saat semiriyorlar. 12’de işe başlayacaklar da evlerinde yiyip geliyorlar ve akşam tam 8’de çıkıp gece yarısına kadar yayıla yayıla yiyorlar. Bu düzenden beyaz yakalar dışında herkes memnun olmuş. Ama 8-5 çalışan beyaz yaka çalışanlar için de toplam çalışma saati sabit kalacak şekilde öğle molasını 12:00-2:30 arasına yaymışlar. Daha uzun yemek yemek için sabah 1 saat erken gelip 7’de işbaşı yapmak kimseyi bozmamış.

Dijon

Dijon

Bu düzene geçmeden önce firma operatörlerin takımlar halinde yemeğe gitmelerini ve üretimi/makineleri durdurmamalarını istemiş. Ama sendika yine devreye girmiş, bir Fransız’ın tam 12’de yemek yeme hakkı vardır. Senin için 1 saat geciktiremez bunu demiş ve firmaya zorla geri adım attırmış. Bunca ülke içinde çalışanları takımlar halinde organize edemeyip makineleri durdurmamayı başaramayan sadece 2 ülke var. Biri Cuma namazı saatinde üretimi durduran Suudi Arabistan. Diğeri öğle yemeğinde üretimi durduran Fransa. Suudi Arabistan fabrikası üretimin devamlılığını sağlamak için gayrimüslimleri işe aldı, Fransa’da vardiya saatleri ile oynadı. Ama iki ülkenin geçmiş verilerine baktığımda yemek nedeni ile ve namaz nedeni ile yaşanan kayıplar için özel duruş kodları açıldığını gördüm.

Şimdi size şu uzun yemeği anlatayım. Tabi ben evlerindeki 6 saatlik yemekleri göremedim, sadece hikayesini dinledim. Ama iş yerinde gördüğüm olay şöyle.

Önce bir başlangıç oluyor, ki burası gayet normal. Bu başlangıçın öğle yemeğinde salta olma ihtimali %50, Œuf Mollet denilen bir tür çılbır olma ihtimali %30. Akşam yemeğinde ise bu ikiliye Escargot yani salyangoz ekleniyor. Bu çılbır ve yumurta olayına aşağıda ayrıca değineceğim.

Lyon

Yağmurlu bir Lyon günü

Salata Fransızlar için sadece ve sadece bir başlangıç. Kesinlikle yemeğin yanında yenmiyor. Salatayı yiyorsun bitiyor. Sonra ikinci aşamaya geçebiliyorsun. Öyle yemekle birlikte yemek istediğin için bilerek salatayı bekletme şansın yok. Öyle bir şey yaparsan bir süre bekleyip, yemediğine kanaat getiren garson gelip pat diye salatayı götürüyor. “Dur! bırak salatamı, kalsın” dersen ya diğer yemek gelmiyor, gelse de ortada dolaşan diğer garsonlar masada salata ve yemeği yan yana görünce hiç sormadan salatayı alıp götürüyor. Yani anlayacağınız salata bölüm sonu canavarı gibi bir şey. Salata ortadan kalkmadan sonraki level’a geçiş yok.

Sonraki aşama öğle yemeklerinde direkt yemek aşaması. Akşam yemeklerinde restorana bağlı olarak bir ara sıcağımsıyı daha götürmeniz gerekebiliyor. Yemeklerin ne olduğuna sonra geleceğim. Ana yemek şarap ve su eşliğinde yeniliyor. Şarap ve suyun açıklaması da biraz aşağıda gelecek.

Peynir tabağı3. bölümde yememiz gereken şey 3 dilim peynir. Bana genelde 3 dilimli konfigürasyonlar (konfigürasyon ne kadar Türkçe durdu değil mi? 🙂 ) denk geldi ama bazen 2 tane de olabiliyor. Tatlıdan önce ağzını ve mideni tatlıya hazırlamak için bu peynirleri yemen gerekiyor ama öyle kafana göre değil. Bir sırası var. O sıranın ne olduğunu öğrenmeniz için tüm peynirleri tanımanız gerekiyor. Tabi her şehrin kendine göre farklı peynirleri olduğu için bu sıralamayı ev sahibiniz sizin için yapıyor. “Önce şunu, sonra bunu, en son da bunu yemen gerekiyor” diyor. Eğer masada iki tane ev sahibi varsa her seferinde kendi aralarında tartıştılar. Hayır en son o değil bu olacak tartışmaları çok hararetli. Fransızca olduğu için ortaya koydukları argümanları anlamadım ama sıralama peynirin aromasının ne kadar kuvvetli olduğuna göre yapılıyor. En aromatik olanı en son yemeniz gerekiyor. Yanında hiçbir şey olmadan, az olmayan miktarlarda peynir yemek önce garip geliyor insana. Peynirin yanına katık olarak ekmek ekleyemiyorsunuz.

Ve 4. seviyeye gelmeyi başardığınıza göre ödülünüz tatlı oluyor. Ama tatlı aşamasında yediğiniz şey her zaman tatlı olmayabiliyor. Bu bölümdeki seçeneklerden biri yine peynir. Fromage Blanc dedikleri bir taze beyaz peynirleri var. Ama peynir dediklerine bakmayın. Yoğurdun çok az daha kıvamlısı, hatta kese yoğurdu kadar bile kıvamlı değil. Ev sahibime “Bu yoğurda benziyor” dediğimde “Benziyor ama farklı bu, yoğurt gibi fermente edilmiyor” diye cevap verdi. “İyi de yoğurtta fermantasyon ile yapılmıyor ki, mayalanma ile yapılır” diyecektim ki aynı adamı farklı konularda daha önce 80 kere düzelttiğim için hadi dedim bu da benden olsun, sustum.

İtalya’daki taze peynirlerle olan güzel deneyimlerime dayanarak denemek istedim Fromage Blanc’ı. Pek alakası yoktu. O yoğurdumsu peynirin üzerine yine tatlı olmayan çilek şurubu gibi bir şeyden 2 damla damlatmışlar. Bari o tatlı olsaydı diyor insan.

Bu sürece içecek olarak şarap eşlik ediyor. Öğle yemeğinde genelde ilk gelen şarapla hem salatayı hem yemeği hem peyniri hem de tatlıyı yedik. Ama akşam yemeğinde doğru bir sıralama ile her seviyede başka bir şarap getiriyorlar.

Bir de su olayı var ki her restoran oturur oturmaz bir sürahi suyu masaya koyuyor. Şişe veya kapalı su getiren restoran görmedim gibi. Hepsi musluk suyu ve bedava. Fransızlar her lokmadan sonra bir yudum şarap içiyorsa 3 lokmada bir de mutlaka bir yudum su içiyor. Öyle kana kana su içme diye bir şey yok adamlarda.

Şimdi tüm anlattığım bu süreç sadece yiyerek 2.5 saat süremiyor tabi ki. Her ne kadar yavaş da yeseler servislerin arasını bilerek uzatıyorlar ve bu arada sohbet ediyorlar, şarap içiyorlar. Benim ev sahibim fabrikadaki en kıt İngilizce bilgisine sahip arkadaş olduğu için bizim sohbetler çok uzayamıyordu. Gerçi bu sessizlik iyi de oldu, etrafımdaki insanları izleyecek fırsat bulmuş oldum. Önce sadece ev sahibime ait bir özellik olarak düşündüğüm farklı bıçak kullanma özelliğinin hemen hemen tüm Fransızlarda olduğunu anlamamın tek sebebi yemek sırasında pek konuşamayışımız olabilir. Bıçak kullanma konusunda gözüme takılan durum şöyle. Yemek geliyor, bu insanlar bıçak ve çatalla hunharca yemeğe girişiyorlar. Yemek için değil, parçalamak için. Et mi geldi eti? Hemen 15 parçaya ayırıp bıçağı masaya bırakıyorlar. Sonra o parçaları tek tek çatalla yiyorlar. Ama kesişleri farklı. Öyle bizim gibi kibar kibar kesmiyorlar, yukarıda yazdığım gibi hunharca girişiyorlar. Kurban bayramında danaya girişen kasabı gözünüzün önüne getirin, öyle bir şey. Sadece yemek de değil, yemeğin yanında 6 dal roka mı var? O 6 dalı hemen aynı şiddetli hareketlerle 24 parçaya ayırıyorlar. İlk görünce benim arkadaşa ait bir huy sanmıştım, sonra 3 kişi gittik yemeğe, diğer ikisi de yaptı aynı şeyi. Dedim belki firma kültürüdür, insan kaynakları departmanı özel seçmiştir bunları. Hepsi Japon üretim teknikleri konusunda çalıştığı için kendilerini samuray falan sanıyordur. Sonra baktım restorandaki her bir insan evladı aynı şeyi yapıyor.

Œuf Mollet

Œuf Mollet yani çılbır

Gelelim yediklerine. Bir kere çok yumurta yiyorlar. Yine bunun horozla ilgilisi var mı bilmiyorum ama Fransa’da bir haftada, Türkiye’de 4 ayda yediğim kadar yumurta yedim. Salatalarda yüksek ihtimalle haşlanmış bir yumurta oluyor. Salata almazsan (ki akşam yemeklerinde genelde almadım) çılbıra benzeyen yemek geliyor. Tabi biraz daha farklı, su yerine şarapla yapılan bir sosun içine 3 tane yumurta kırıyorlar. Ciddi uzmanlık isteyen bir zamanlama ile ateşten alınıyor. Yanına şarapla karamelize edilmiş soğan ekleyip kızarmış sarımsaklı ekmek ve üzerinde frenk soğanı ile servis ediyorlar. Zamanlamanın ustalığı şurada, yumurtalara dokununca anlıyorsun ki içi sıvı, kesince içinin sarısı sıvı olarak şarap sosu ile karışıyor. Sarı kırmızı bu sosu çorba gibi içiyorsun. Tadı gayet güzeldi. Başlangıç olarak suyu ile birlikte 3 tam yumurtayı yemiş oluyorsun. Ve daha bu aşamada benim 3 haftalık yumurta istihkakım o an dolmuş oluyor. Bu yumurta sevgisi sadece bu kadar değil. İş için gittiğim Dijon’daki tarihi bir şato yavrusundan bozma ahşap taşıyıcılarla ayakta duran dört yüzyıllık otelimin kahvaltı salonunda, içinde bulunduğu antika atmosfere inat olsun diye dünyanın başka hiçbir yerindeki otellerde görmediğim gelişmiş teknolojiye sahip bir yumurta pişirme makinesi vardı. Sahanda, omlet, haşlanmış gibi standart yumurtaların tatmin edemediği Fransızlar için kendilerine o anda rafadan yumurta yapmayı sağlayan bir makine koymuşlar. Ve o alet kesinlikle oteldeki en teknolojik aletti.

Escargot

Escargot

Çılbır dışındaki bir diğer popüler başlangıç escargot. Özellikle Bourgogne bölgesindeki her restoranın menüsünde mutlaka escargot vardı. Zaten yemeğin en ünlü versiyonunu adı Escargot Bourgondie ki ilk yapıldığı bölgede aslında burasıymış. Çok eski zamanlarda yaşanan uzun bir kışın sonunda açlıktan kırılan köylüler tüm hayvanlarını yedikten sonra artık protein alamaz olmuşlar. Bu durum uzadıkça ve hayatta kalanları da tehdit etmeye başlayınca sadece protein alma amaçlı olarak salyangozları yemeğe başlanmış. Tabi aç kalanlar sadece fakirler ve köylüler olduğu için birkaç yüzyıl boyunca escargot köylü yemeği olarak kalmış. Uzun zaman sonra bir şekilde zenginlerin de mutfağına giren salyangozlar ülkenin en sevilen başlangıç yemeği olmuş.

Benim farklı şeyler yemek konusunda basit bir kuralım var. Eğer ev sahibim bir şey ikram ederse yerim. Bu bağlamda şimdiye kadar envai çeşit mahlukat yedim. At, ayı, timsah, kanguru, antilop diye uzayan bu listeye sümüklü böceği ekleme gibi bir isteğim yoktu, ta ki ev sahibim o akşam bana özel bir gece düzenlediğini ve öncesinde yapılacak şarap bağı ziyareti, şarap tadımı, ardından bölgeye özel spesiyalleri yiyeceğimiz bir yere gidip yiyeceğimiz güzel menüyü anlatıncaya kadar. Başlangıçlar arasında küçük, yapışkan, boynuzlu arkadaşların da olduğunu öğrenmem uzun sürmedi. Tabi bunu söylediğinde durup, “Aaaa, ama yer misin ki?” diye de sordu. Teklif ettiğine göre yiyeceğimi söyledim. Ve yedim.

Anlatayım. Salyangozlar 6’lı setler halinde geliyor. En az 6 ya da 6’nın katları olarak alabiliyorsunuz. Üzerinde 6 veya 12 tane oyuk olan özel metal bir tabağı var. Beklentimin aksine kabukları içinde geldiler. Daha önce Brüksel’de sadece içinin satıldığını görmüştüm. Çok sıcak olarak servis ediliyor. Elinizle dokunamıyorsunuz. Yanında da yerken kabuğu tutmanız için hayvancıkları daha iyi kavrayacak şekilde özel olarak tasarlanmış bir maşa ve minik dostunuzu kabuğundan çıkarmanız için ince uçlu çatal cımbız karışımı bir alet geliyor. Efendim bu yemeğin esas olayı sosu. Muhteşem bir sos yapmışlar. Sarımsak, tereyağı, reyhan ve çeşitli otlarla lezzetlendirilmiş sosu saatlerce haşlanmış kabuğun ağzından içeri vermişler. Kısa bir uğraştan (bazen hiç de kısa olmayabiliyor, hatta bizim 12’liden biri çıkmamaya inat etti ve sonunda o kazandı) sonra sümüklüböceği kabuktan çıkarıyorsunuz. Çıkarırken zaten yeterince sosa bulanmış oluyor.

Bir kere görüntüsü iğrenç. Simsiyah, büzüşmüş bir et parçası duruyor çatalın ucunda. Çok düşünmeden ağzınıza atınca görüyorsunuz ki tadı hiç de kötü değil. Görüntüsü ve düşüncesi olmasa her zaman yemek isteyebileceğiniz bir şey. Bu arada söylemeden geçemeyecem, yemeden önce herhangi bir salyangozun kabuğuna bile elimle dokunamazdım. Gerçi yerken de dokunmadım, şimdi de dokunabileceğimi sanmıyorum.

Escargot’un hep başlangıç olarak mı yenildiğini sordum. Çok özel durumlar dışında evet dedi. Şimdiye kadar sadece 2 kere noellerde ana yemek olarak yapmışlar. O zaman da doymak için 48 tane yemiştim dedi arkadaşım.

O gece gittiğimiz restorandaki günün 3 spesiyal yemeğinden biri kurbağa bacağı, diğeri de kelleydi. Başka bir masaya aynı bizdeki gibi bütün kelle servis edildi.

Andouilette

Andouilette’im 🙂

İlk öğlen yediğim Andouilette adındaki bağırsak yemeğimi de düşününce Fransızların Avrupa’nın geri kalanına göre oldukça cesur yemekleri olduğunu gördüm. Andouilette’i sipariş ederken ev sahibimin kıt İngilizcesinden bağırsak içine bir şeyler doldurulmuş dediğini anlamıştım. Mumbar dolmasının Fransız sürümü olan Lö Mumbari yiyeceğimi hayal etmiştim. (Yazılışı da şöyle bir şey olur kesin; Des Xuaeberau. Tamam attım ama bazen bu kadar alakasız görünebiliyor kelimenin yazılışları.) Arkadaşım siparişi verdiğimiz garson teyzeye benim de Andouilette yiyeceğimi söylediğinde kadın şaşkınlıkla bana dönüp yüzüme baktı, dudaklarını garip bir şekilde kıvırarak şaşkınlık ve takdir arası bir bakış fırlattı. Aslında o an bir şeylerin ters gideceğini anlamıştım. Ve yemek gelince ortaya çıktı ki içi yine bağırsakla doldurulmuş bağırsakmış bizim Lö Mumbari. Hem kokoreç gibi de değil, oniki parmağı, incesi, kalını, … ne buldularsa tıkmışlar. Çiş kokan ve ayıp olmasın diye yediğim bu yemek, bugüne kadar tüm yurtdışı seyahatlerimde (buna Çin, Afrika, Hindistan, Ortadoğu ülkeleri de dahil) yediğim en kötü lezzete sahip yemek olarak zirveye yerleşti.

Salyangozun yenmeye başlamasının hikayesini biliyorum ama diğerlerininki hakkında hiçbir fikrim yok. Aynı şekilde yaşanan uzun kıtlık ve açlık dönemleri sonunda kelle, bağırsak veya ne buldularsa yemeye başlamış olabilirler.

Bu yokluk Fransız mutfağı için belirleyici olmuş bana göre. Coğrafi olarak baktığınızda Güney Fransa’yı hariç bırakırsak, ülke karasal iklimin hüküm sürdüğü, sert kışlara sahip bir bölge. Malum, başkenti de kuzeyde. Bu nedenle kraliyet ailesi, eşrafı ve zenginler de kuzeyde. Bu zengin, damağına ve zevkine düşkün insanları o dönem tatmin edecek kalitede malzeme de maalesef kolay bulunamıyormuş. Kış bastırdı mı ne taze sebze var ne de taze ot. Eee ne yapmış bu sefahat düşkünü insanlar? Tekniğe yönelmişler. Ve dünya üzerindeki en sofistike kabul edilen mutfağı yaratmışlar.

Sofistike terimi öylesine söylenmiş bir kelime değil. Lezzetli demek değil, sağlıklı demek de değil, başka bir durumu ifade ediyor. İncelediğinizde Fransız mutfağı pişirme teknikleri ve malzeme kullanımı ile dünyanın geri kalan mutfaklarından kalın bir çizgi ile ayrılıyor. Tatsız ve düşük kalite malzemelere tat verebilmek için hemen her yemeğe bir sos koymaya başlamışlar. Sos tekniğinde de alıp yürümüşler zaten. Yemekleri de pişirirken çok farklı teknikler geliştirmişler. Çok fazlı pişirme tekniğinin çıktığı yerdir Fransa. Bir eti önce kurutup, sonra suda çözüp, sonra kısaca ızgara yapıp sonra, daha önce hazırlanmış özel sosta biraz kaynatıp en son fırında kıtırlaştırmayı 15. yüzyılda akıl eden insanlardan bahsediyoruz. Ha çıktı çok mu güzel? Bu sorunun cevabı damak tadınıza bağlı değişir ama o malzeme ile yapılabilecek en üst lezzet sınırına yaklaşmışlar.

Bunun dışında tatlılarda da dünyadaki neredeyse tüm icatları bu arkadaşlar bulmuş. En başta yaş pasta Marie Antoinette’den bildiğiniz gibi Fransız icadı. Tıpkı krema veya şanti gibi. Yağ, un, su, yumurta, şekerden kek dışında neler yapılabilir diye düşündüğünüzde Fransızlar size makarondan, mousse’a kadar geniş bir yelpazeyi önünüze koyabiliyor ki, dokusu, yumuşaklığı, tadı, görüntüsü ile birbirinden bu kadar farklı yiyeceklerin aynı malzeme ile yapıldığını bildiğinizde sadece saygı duyuyorsunuz.

Notre Dame Kilisesi

Notre Dame Katedrali

Komşuları İtalya ise yine mutfağı ile ünlü bir ülke, ancak yine coğrafi olarak ılıman Akdeniz iklimine sahip, her daim malzemenin en kalitelisi, en tazesi mevcut. O arkadaşlar da en iyi malzemeye ve en basit pişirme tekniklerine odaklanmışlar. Fransızların amacı her ne kadar malzemeye lezzet katmak ise İtalyanların da malzemenin kendi tadını kaybetmesini önlemek olmuş. İki mutfak karşılaştırıldığında pişirme teknikleri açısından biri ilkokul düzeyinde ise diğeri üniversite mezunu gibi duruyor. Ha İtalyanların yemekleri bence daha lezzetli ama Fransa’nın da hakkını yemem.

Alışkanlıklar hala sürüyor. Güney Fransa’da günümüzde bile iyi restoranlar günlük olarak sebze meyvelerini gidip İtalya’dan getiriyorlar.

Bana ilginç gelen bir konu da yemeğe içmeye bu kadar düşkün Fransızların kahve veya sıcak içeceklere hiç ilgilerinin olmayışı. Artık tabi ki kahveyi biliyorlar ve içiyorlar ama hem düşkün değiller, hem de kendilerine ait bir kahve geliştirmemişler. Ya espresso ya da Amerikan kahvesi dedikleri filtre kahve içiyorlar. Neden bir Fransız kahveniz yok dediğimde hafif utandılar sanki. 🙂

Yine tüm dünyada en önemli restoranların menülerini işgal eden bu mutfağın baskın bir yemeğinin de olmaması dikkatimi çekti. Yerel insanlara sordum. “Türk yemeği dediğimde hepiniz kebap diyorsunuz, İtalyan yemeği dedim mi pizza, makarna diyorsunuz, Amerika dersem Hamburger diyeceksiniz. Her ülkenin ikonlaşmış yemeği var ama Fransa dediğinde aklıma bir yemek gelmiyor sizce ne olmalı” dediğimde 15 dakika tartıştılar ve hiç bir yemeği seçemediler.

Bu seçememe olayları aslında bir çok konuda geçerli. Akşamları yalnız gittiğim her restoranda garsona sen ne tavsiye edersin veya şu ikisi arasında kaldım sence hangisini seçmeliyim sorularına istisnasız ben bilemem cevabını aldım. Bir allahın kulu şunu ye demedi. Bizdeki garsonlara sorsan mutlaka bir şey tavsiye eder hatta sormasan bile “Abi bugün onu vermeyelim sana, şöyle güzel bir xxx yaptırayım istersen” diye fikir beyan eder. Kişisel tercihlere gösterilen bir hassasiyet mi, korkaklık mı anlamadım.

Fransızların restoranlarında (buna öğle yemeğini yediğimiz küçük yerlerden, şık restoranlara ve hatta otelin kahvaltı salonu da dahil) masada tuz, karabiber bulunmuyor. İsteyince getiriyorlar.

Lyon Fourvière

Lyon Fourvière

Dünyada Fransız kızartması (French fries) olarak bilinen patates kızartmasının bu isimle anılmasının bir nedeni olmalı diye düşünmüştüm. Ancak buradaki deneyimlerimde bırakın sebebini bulmayı kendisini bile pek göremedim. Oysa Kuzey komşuları Fransızlara bu nedenle düşman olmuş durumdalar. Belçikalılara göre (ki haklılar) patates kızartması kendi icatları ve kendi milli yemekleri. Zaten Belçika’nın her yerinde patates kızartması satan dükkanların sayısı dikkatinizi çekiyor, başka ülkelerde bile “Belçika’nın en iyisi burada” diye reklamı yapılan patates kızartmacılar görmeniz olası. Durum böyle iken Fransızlar bir şekilde bu yiyeceği dünyaya Fransız kızartması diye tanıtmayı başarmışlar. Dil alışkanlığı ile Belçika’da “French fries” isterseniz ve göçmen olmayan bir garsona denk geldi iseniz ağzınızın payını almanız çok mümkün. Sadece fries demeniz yetiyor. Kaldı ki Fransa’da da sadece fries demeniz yetiyor. Konuyu sorduğum iki Fransız da dünyanın geri kalanında patates kızartmasına French fries dendiğini bilmiyormuş. Ya ben bu adamları cımbızla seçtim ya da… ya da sı yok. Hiç mi film izlemiyorsunuz diyecem ama izliyorlar ve Fransızca dublajlı izliyorlar. Orijinal dilinde herhangi bir şey izlememe gibi kuralları var sonuçta. Çevirenler de herhalde başındaki French lafını atıyorlar diye açıklıyorum bu durumu.

Şarap

Şarap konusuna gireyim mi, girersem ne kadar gireyim bir türlü karar vermedim. Çok etkileyici bir konu ama anlatılacak şeyler sadece bana ilginç ve genelde kişisel deneyimdi. Hiç detaya girmeden kısaca toparlayayım. Ev sahibimin bir akrabası Beaune adındaki şehirde bağcılık ve şarapçılık yapan ve bölgenin en bilinen şaraplarından birini üreten kişiymiş. İlk elden ve akraba kontenjanından bana güzel bir tur ve tadım yaptırdılar. Adamın hayatını kıskanmadım dersem yalan olur. Eskiden Cote-d’or dükünün evini satın almış. Arkasını şaraphane yapmış. Mahzen zaten default olarak dükün evinde var olduğu için ona ekstra masraf yapmasına gerek kalmamış.

Beni etkileyen şeyler Fransızların apelasyon olayına verdikleri önem ve ay ay olgunlaşan taze şarapların tatları oldu. Şarapçı amca haritalar üzerinde apelasyonun nasıl kontrol edildiğini uzun uzun anlattı. Daha sonra dükün evinin şapelinden dönüştürdüğü tadım odasında tek tek en iyi şaraplarını tattırdı.

Bugüne kadar farklı yerlerde tadım yapma şansım oldu. California’da Napa ve Sonoma vadilerinde, İtalya’da Toskana’da, Güney Afrika’da Stellenbosch’da… Fransa ile kıyasladığımda sunumu, ortamı en zayıf olan tadım olduğunu söyleyebilirim. Hiç özenmemişler bu işe, ya da ben ticari olmayan bir tadımda olduğumdan diyecem ama oraya parayla tadıma gelenlerde aynı yerde aynı şekilde tadım yapıyorlar. Amaaaa, içtiklerim kalite olarak hepsinden kesinlikle bir gömlek üstündü.

Beaune daki şarap mahseni, Parmağımı daldırdığım fıçılar

Parmağımı daldırdığım fıçılar

Fiyatlar da hiç ucuz değil. Türkiye’de vergilerden dolayı alkollü içecekler pahalı derken, işin kaynağında ve hatta üreticisinde Türkiye’dekinden yüksek rakamlar görmek şaşırttı. Özellikle İtalya ve Amerika’daki şarap fiyatları sudan ucuzdu. Sordum, Fransa’da şarapçılık oldukça karlı bir işmiş. Zaten amcanın evi, garajındaki arabası ve şarapların satış fiyatı birçok şeyi açıklıyordu. Kaldı ki diğer tadım yaptığım diğer ülkelerdeki benzer üreticiler hep ağlarken bu adamın pişkin pişkin sırıtması yeterince ipucu veriyordu.

Daha sonra mahzenindeki 30 yıllık şarap şişelerini gösterip hava da attı. Madem açmayacaksın ne gösteriyorsun diyecektim, demedim. Ama daha taze şarapların fıçılarını tek tek açıp parmağımızı bandırıp emdik. 2 sene sonra içeceğiniz her hangi bir Burgonya şarabına benim yaladığım parmağımın girmiş olma ihtimali çok yüksek.

Hepinize afiyet olsun.

Şehir

Ee tabi ülke Fransa olunca başlık da şehir ise ilk olarak Paris’ten başlamak lazım. Her ne kadar Fransa’nın genelini yansıtmadığını düşünsem bile Paris büyük bir şehir. Ama emin olun diğer şehirleri farklı açılardan Paris’ten daha güzel gibi.

Yukarıda da bahsettiğim gibi Paris Avrupa’nın en önemli turistik merkezlerinden biri olduğundan diğer tüm turistik şehirler gibi kendi öz dokusundan biraz uzaklaşmış. En azından ilgi merkezlerinde kesin olarak bunu hissediyorsunuz. Müzelerde, Eiffel kulesi ve çevresinde veya gezi kitaplarının “Paris’te yapmadan dönülmeyecek 20 şey” listesindeki her bir maddenin olduğu yerde gördüğünüz herkes turist, her şey turistik. Ki bu benim en sevmediğim durum. Ama şehrin güzellikleri bu eksiğini kapatacak kadar fazla. Yani sanmayın ki Paris güzel değil diyorum, Paris’e çirkin diyen taş olur.

Blogumu takip edenler bilir şuraya gidin, burayı görün tarzı yazılar yazmadığımdan Paris için de bu tip yorumlar beklemeyin. Neler gözüme takıldı onlara bakalım.

Paris Metrosu

Paris

Paris

Kullandığım en eski tarihli metro değildi ama en eski görüneni ve hatta en pis olanı kesinlikle Paris metrosuydu. Saydığım bu iki olumsuz yönüne rağmen şehrin büyük bir kısmını kapsaması, sıklığı ve kullanışlılığı ile şehri gezerken eliniz ayağınız oluyor. Metrodaki standartsızlık da dikkat çekici. Bir sürü hat var ve her hattın ayrı standartları var. Bir hatta trenler yeni diğer hepsinde eski. Başka bir hattaki tüm trenlerde istasyon isimleri anons ediliyor, diğerlerinde öyle bir sistem bile yok. Diğer bir hatta istasyon ile raylar arasında camekan var, tren yaklaştığında kapılar tam bu camekanın kapıları hizasında duruyor ve iki kapı aynı anda açılıyor, diğer hatlarda istediğiniz zaman raylara serbestçe atlayabiliyorsunuz. Daha bir sürü fark var ama bu kadar yetsin. Bir de RER hatları var ki ilk ziyaretimde şehir merkezinde kullandığım sürece ne farklarının olduğunu anlamamıştım. Meğer şehrin dışına çıkınca RER hafif raylı sistem moduna dönüyormuş. Kayda değer bir fark yok yani. Paris içinde ne araba kullandım, ne otobüse ne de taksiye bindim. Metro ve RER yetiyor.

Caddeler ve Mimari

Fransa keskin hatlarla diğer Avrupa ülkelerinden ayrılan kendine has mimariye sahip bir ülke. Gözünüzü bağlayıp Fransa’daki herhangi bir sokağa bıraksalar 10 saniyede “Fransa’dayım” diyebileceğiniz kadar net bir ayrım bu. Bu özellikleri ile toplum olarak benim gözümde en temel kriterlerden birinden olumlu puan aldılar. Tabi ayrımı yapabiliyor olmanız o kültürün mimari tarzının estetik olduğu anlamına gelmese de Fransa için durum nötr üzeri.

En dikkat çekici mimari özellik çatılar ve çatılardaki pencereler. Dışarıdan çok sevimli görünen bu çatı odalarının içi sanıldığı kadar da süper olmuyor. Nereden mi biliyorum, o odalarda 7 gece uyudum da oradan biliyorum. Bir kere o çıkıntı pencere için odanın hacminden ciddi kayıp verilmiş. Bir de o tip evler ortalama 100 yaş civarında olduğundan binada taşıyıcı olarak ahşap kolonlar kullanılmış oluyor. Normal katlarda bu taşıyıcılar duvarın içinde gizli kalırken çatı katında pek saklanamıyorlar. O ahşap kütüklerin altında uyumak bana cazip gelmedi en azından.

Paris Bacaları

Bacalar

Gözüme takılan başka bir detay da bacalar. Fransa bina yapım tekniğinde merkezi bir baca yerine her odadan ayrı bir baca çıkıyor. Bu da size büyük bir evin üstünde onlarca baca olarak geri dönüyor.

Dışarıdan güzel görünen bu eski binaların yapıldığı zamanda pek doğaldır ki asansör diye bir kavram yokmuş. Ve binanın tasarımında bu amaçla bir alan bırakılmamış. Günümüzde otele veya evlere dönüşen bu binalara zorlayarak birer asansörü monte etmişler. Asansör dediğime bakmayın siz hani şu mutfaktan üst kata yemek servisi için kullanılan içine bir tepsi alan aparatlar vardır ya, onlarla aynı ebatta bir kutuya asansör diyor bu arkadaşlar. Ama dediğim gibi eski binalardaki bu şaka gibi asansörlerin bir bahanesi var. Şehrin nispeten merkezinden biraz dışarıda, 20 yaşındaki, yani oldukça yeni sayılan binalardaki asansörlerin neden tek kişilik olduğunun açıklamasını yapmak güç. Bakın bu asansör boyutunu binmeden hayal etmekte güçlük çekeceğinizi tahmin ediyorum. Somut bir örnek vereyim. Bir keresinde bir asansöre bindim, tek kişiyim ve küçücük bir sırt çantam vardı. Sırtında çanta olan tek bir kişiyi bile alamadı alet. Çantayı çıkarttım, köşeye sıkıştırdım, nefesimi verdim ve kapıyı ancak öyle kapattım. Bu arada şişman biri değilim. Kısaca bir tabuttan hallice, diklemesine duran bir kutunun içinde yukarı çıkmayı normal buluyor bu Fransızlar.

Seine Nehri, Paris

Seine Nehri

Savaşlarda ciddi bir yıkıma uğramayan şehirler mimari açıdan göz alıcı. Geçmişin eski bir süper gücünün başkenti olduğunu hissettirecek bir çok detay mevcut. Farklı kültürlerden aldıkları semboller her yerde. Kaldı ki o kadar geriye gitmeye gerek yok, eski cumhurbaşkanları Mitterrand’ın Mısır medeniyetine olan düşkünlüğü (veya takıntısı diyebilirim) bile etkisini bu karma mimari konusunda hissettiriyor. En başta Louvre müzesinin önündeki cam piramit Mitterrand’ın ısrarı ile yapılmış. Eskiden saray olup 200 yıldır müze olan tarihi binanın avlusuna kocaman bir cam piramidi nasıl yaptırdığını ben bir türlü anlayamıyorum. Aynı şeyin bizdeki karşılığı Topkapı sarayının has bahçesine gökdelen dikmek olur herhalde. Ama adam onca tepkiye rağmen bir şekilde yaptırmış. Ve tüm dünyada ikon haline gelen cam bir piramitleri olmuş. Bu cam piramit tam da Concorde meydanında duran dünyanın önemli obelisklerinden biri olan ünlü Luksor obeliskinin karşısına denk geliyor. Zamanında Mısır’daki Luksor tapınağının giriş obeliski olan bu dikilitaş en azından sıla hasretini bir nebze olsun azaltmış oluyordur bu cam piramitle.

Louvre Müzesi

Louvre Müzesi

İtalya yazımda da bahsetmiştim, benim kişisel olarak Obelisklere karşı var olan özel ilgim nedeniyle gittiğim yerlerdeki dikilitaşları ayrıca inceliyorum. Bir gün doktora tezim biter, seyahatlerim biraz seyrekleşirse şimdiye kadar topladığım obelisk fotoğrafları ve hikayeleri ile güzel bir şeyler yazmanın hayalini kuruyorum. Concorde meydanındaki Luksor dikilitaşı da gerçekten dünyadaki önemli obelisklerden biri.

Luksor Obeliski ve Eiffel

Luksor Obeliski ve Eiffel

Bunun dışında, Paris’in şehir merkezinin alışagelinen şekilde yüksek katlı binalar barındırmadığını söylemek isterdim. Maalesef söyleyemiyorum. Çünkü cam piramitten çok daha radikal ve zevksiz bir karar sonucu, cetvelle çizilmiş gibi tüm binaların aynı yükseklikte olduğu güzelim şehre birisi iğrenç bir gökdeleni dikivermiş. Hem de kenarına köşesine değil. Eiffel kulesinin tam karşısına, Montparnasse’ye. Akıl alır gibi değil. Hani şu anda İstanbul siluetini belirli bir açıdan bakınca bozan şu gökdelenler var ya, bu Montparnasse Tower adı verilmiş yığının yanında bizimkileri bağrınıza basarsınız. Bizimkisi en azından sadece belirli bir açıdan görüntüyü bozuyor.

Binaya bakınca kesin başbakanın eşinin akrabaları yapmıştır dedim. 🙂

Montparnasse

Montparnasse Kulesi

Bana ilginç gelen bir detay da bu Fransızların toprak sevgisi. Bahsettiğim şey çiftçilik veya bahçe ile uğraşma hobisi değil. Şehirdeki parklar da değil. Şehrin ortasında hiç beklemediğiniz yerlerin toprak olmasından bahsediyorum.

IMG_1962Toprak kaldırımlarİlk ziyaretimde Eiffel’in önündeki Champ de Mars denilen parktaki yürüyüş yollarının toprak olması dikkatimi çekti. Park bu ne var demeyin, hiç bir benzerinde toprak olmayan kısımlar dahi toprak olarak bırakılmış. Hadi dedik ki burası park ve Fransız parkları böyle oluyor veya burası istisna. Daha sonra şehrin hemen her sokağında hiç beklemediğiniz anda kaldırım birden toprağa dönüyor. Bu öyle yapılmamış bir kaldırım değil. Kaldırım çevresi son derece kontrollü şekilde çevrelenmiş ama kaldırım bilerek topraktan yapılmış. Yan fotoğraflardaki kaldırımların bu şekilde olmasını açıklayacak tek teorim; işten eve gergin bir şekilde dönen Philippe, üzerindeki siniri atmak için ayakkabılarını ve çorabını çıkarıp evin önündeki kaldırımda biraz yürür, elektriğini toprağa verir, gevşer, rahatlar. Öyle eve girer. Aaaa Philippe, madem durum bu, bir kedi alsana. O pis ayaklarla eve girilir mi? Sonuçta bu kaldırımlar ilginç geldi bana.

Dijon Katedrali

Dijon’dan Gargoyleler

Fransa gotik mimarinin de en iyi örneklerini barındırıyor. En ünlülerinden Notre Dame kilisesi bir tarafa, her şehirde çok hoş gotik kiliseler var. Her birinde durup gargoyleları zumlarayak tek tek fotoğraflayıp inceledim.

Eiffel

İnsanlar başlığında Eiffel ile ilgili görüşlerimi anlatmıştım ama bir kaç ek bilgiye daha yer vereyim. Kule şu günlerde İzmir’in almaya çalıştığı Expo 2020’nin o 1889 yılındaki sürümü için yani Expo 1889 için yapılmış.

Fuar alanının giriş kapısı olarak inşa edilmiş ve fuardan sonra sökülmesi planlanmış. Ancak gördüğü ilgi nedeniyle kalıcı olmuş. Adı da kuleyi yapan Gustave Eiffel’den geliyormuş. Ki bu arkadaş bir rivayete göre İzmir’de her gün ofis penceremden bana bakan Konak Pier’i de yapan mimarmış.

Eiffel ve Seine Nehri

Seine Nehri ve Eiffel

Kuleyi görene kadar fark etmediğim veya bilmediğim bir özelliği kulenin yanında ünlü Fransız matematikçilerin, bilim adamlarının ve mühendislerinin adının kabartma olarak işlenmiş olmasıydı. Tanıdık isimleri görünce pek bir mutlu olmuş acaba kimler var diye görebilmek için kulenin 4 tarafını dönmüştüm. İsimleri okuyacak şekilde kulenin etrafında dönmek 1 saatten biraz daha uzun sürüyor bu arada. İsimlerin yarısını tanımasam bile sevdiğim, zamanında formüllerini kullandığım Fourier, Poisson, Gay-Lussac, Le Chatelier, Becquerel, Lagrange, Laplace, Lavoisier’i gördükçe her birinin hatıralarını yad etmiştim.

Eiffel ve Bilimadamları

Eiffel ve Bilimadamları

Trafik ve Ulaşım

Paris’te hiç araba kullanmadım dedim ama ülkenin diğer bölgelerinde 1000 km’den fazla yol yaptım, 2 kere trenle baştan başa geçtim, farklı havaalanlarını kullandım.

Büyük şehirlerin merkezlerinde trafik hani bizdeki kadar olmasa bile ülkenin geri kalanına göre oldukça kaotik, insanlar kaba, kurallar konusunda hassas değil. Bir hafta boyunca nispeten daha küçük yerlerde araba kullandıktan sonra Lyon’daki ilk saatlerimde kendimi evimde hissetmiştim. Kırmızıda geçmeler, kontrolsüz kavşaklarda burun çıkarıp yol almalar, kaldırımlara park etmeler….

Ama metropoller dışında oldukça düzenli ve sakin bir trafik var. Trafik yapısı olarak ben en çok Hollanda’ya benzettim. Abartılı şekilde dönel kavşaklarla doldurulmuş şehirlerde savrula savrula gidiyorsunuz.

Arc du Triomphe du Carrousel

Arc du Triomphe du Carrousel

Bu dönel kavşaklar ilk bakışta çok saçma görünse de 4 yolun kesiştiği ve alan sıkıntısı olmayan her yerde şartlı verimli, trafik ışıksız geçişe olanak veren bir sistem. Ortadaki adada dönen bir araç varsa sen girmeyip yolun başında bekliyorsun. Adanın etrafında araç olmadığında sen yola çıkıp dönmeye başlıyorsun başkaları bekliyor. Şartlı verimli dediğim şey de bu sistem dakikada en fazla 3 araba geçen yollarda verimli olabilir. Ki zaten trafik yoğunluğu aşağı yukarı öyle. Metropol olmayan 200 bin nüfuslu şehirde bile trafik yoğunluğu komik ölçüde az. Bu nedenle trafik ışığı yerine dönel kavşaklarla tasarlanmış bir trafik akışı söz konusu. Zaten trafik ışıklarında sarı ışık olsa da kullanılmıyor. Işıklar kırmızıdan direkt yeşile, yeşilden direkt kırmızıya dönüyor.

Fransa’da otobanlar da çok yaygın ve pahalı. 100 km lik yollara defalarca 13-15 Euro arası para verdim. Ödeme sistemleri de bize göre ilkel. OGS’nin eşleniği olan sistemde aracınızın tanınması için ilgili antenin altına gelip durmanız 3-4 saniye beklemeniz gerekiyor. Bunun trafik oluşturmasını bekliyorsanız hiç beklemeyin çünkü topu topu 3-4 gişeden oluşan otoban çıkışlarında dahi bu ödeme noktalarında 2 arabayı arka arkaya göremiyorsunuz. Kaldı ki alternatifi olan ödeme sistemi kredi kartı ile ödeme. Araba duruyor, önce girişte aldığı manyetik bileti cihaza sokuyorsun, ücretini görüp daha sonra kredi kartını başka bir yere sokuyorsun, işlem bitince bambaşka bir butona basarak fişini alabiliyorsun.. Sonra bariyer kalkıyor ve gidiyorsun. Bunca işlem sırasında arkanda bir araba bile birikmiyorsa zaten trafik bizden farklı demektir.

Dijon

Dijon

Hal böyle ve neredeyse hiç trafik yokken park yeri konusunda biraz sıkıntı var. Aslında sıkıntı park yeri bulma konusunda değil de bedava park yeri bulma konusunda desem daha doğru. Şehrin tüm sokakları, tüm caddeleri parkomatlarla kaplı. Ücretsiz olarak aracınızı park edebileceğiniz bir tane bile sokak yok. Ben yine Türklüğümü yapıp aracımı bu alanlara bilet almadan park ettim. Ceza da yemedim. Ayıp ettim ama olsun. Şimdiye kadar satın aldığım ve kontrol edilmeyen tren biletlerine saysınlar. Geçenlerde kaba bir hesap yaptım, Avrupa’da bilet alarak bindiğim ama kimsenin biletime bakmadığı biletlerin toplam tutarı korkunç bir rakam olmuş. Biraz daha kassam o biletlerle kendime özel vagon alacam neredeyse. Bir sistem yaptıysan kontrol edeceksiniz kardeşim. Öyle başı boş bırakmayacaksınız. Konu ile alakasız ama tren hesabından sonra oturdum, her araba kiralarken teklif edilen full sigorta seçeneğini almaya almaya tasarruf ettiğim paralarla iki tane sağlam kazayı finanse edebileceğimi de hesapladım. 🙂

Notre-Dame de Fourvière

Notre-Dame de Fourvière, Lyon

Şehirler arası yolların manzaraları gerçekten güzel. Yemyeşil yollarda araba kullanmak gerçekten güzeldi. Sık sık durup fotoğraf çekmek istiyor insan. İsviçre’den kiraladığım araba ile Fransa’nın içlerine doğru giderken yolun kenarında gördüğüm “geyik” çıkabilir tabelalarının gerçeğe döndüğünü de ilk kez burada gördüm. Bayağı bayağı etrafta geyikler falan var.

Araba dışındaki ulaşım alternatifiniz olan trenler ise biraz tuzlu. Özellikle hızlı olanlar. En basitinden uçaktan daha pahalılar. Her tren seyahatim sırasında aynı rotada daha hızlı ve çok daha ucuz bir uçak bulabildim. Binebildiğimde uçağa bindim ama uçuş saatlerin uymaması gibi durumlarda paşa paşa 3 katı para verip trene bindiğim de oldu. TGV’nin işlettiği bir trenle Lozan’dan Paris’e giderken 325 km/saat hıza kadar çıktığımızı hatırlıyorum. Karşı yönden gelen aynı trenle yan yana geçmeniz sırasında iki trende 250 km/saat e kadar yavaşlasa da birbirinizi 500 km/saat ile geçmeniz izlemesi ilginç bir olay. İzlemek dediğim bir kaç saniyelik vizzzuupppp diye bir ses duyup biraz titremekten ibaret. Uzun yolculuklardan sonra arabamızın önüne yapışmış sineklerin yerini bu trenlerde kuşlar alıyor. İndiğim trenin önünde bir kaç tane yapışmış kuş görmek kötü hissettirmişti.

Tabelalar

İnanın bana dünya üzerinde tabelaları okumakta, anlamakta Fransa kadar zorlandığım ve kendimi bu kadar aptal hissettiren başka bir yer olmadı. Ki buna kril alfabesinden başka bir karakterle yazı barındırmayan Moskova metrosu veya bana göre Çin harflerinden bile daha zor görünen Hindu harfleriyle yazılmış tabelalar ve hatta Çince tabelalar bile dahil.

Paris Altın HeykelŞu an sebebini açıklayamıyorum ama ilk ziyaretimde kendimi gerçekten aptal hissetmiştim. Hiç unutmam Gare de Lyon’dayım. Karşımda bir tabela var. Tabelada isimler, metro hatları, kısaltmalar ve oklar var. Ama bakıp bakıp hangi ok hangi isime ait anlayamıyorum. Anlayamadıkça iyice sinir oluyorum, ya aptal mıyım ben neden anlamıyorum, bu adamlar ne biçim yazmışlar diye söyleniyorum. Yarım saat istasyonun içinde gitmek istediğim yeri arayıp durdum. Ki bu benim için pek nadir bir durumdur. Sonraki gidişimde aynı mekanda hiç zorlanmayışımı da bir türlü açıklayamıyorum. Ya tabelalar değişti ya ben alıştım ya da o gün muayyen bir günümdeydim. O zaman o tabelaların fotoğrafını çekmediğime cidden pişmanım. En azından burada iki üç kişiye sorup sorunun bende olmadığını ispat etmek isterdim. Ama yok canım, bu adamlarda kesin bir anlatım sorunu var. Bir de yine fotoğrafı olmayan şu olayı dinleyin ve nolur bana “Sorun sende değil Kamil” deyin. Hatırlamadığım bir metro istasyonunda acele ile merdivenlerden iniyorum. Merdiven iniş biniş platformunun ortasına iniyor. Ve platformun iki tarafında da raylar var. Aynı hattın iki farklı yönüne giden trenler burada duruyor. Yani sağ taraftan binersem A istikametine gideceğim. Sol taraftan binersem A’nın tam zıttı olan B istikametine gideceğim. Zaten her zaman metrolar öyle değil midir? Mantıkta sorun yok. Ama tabelalarda sorun var. Şimdi, daha merdivenden inerken aşağıdaki tabelaları görüyorum. Sağ taraftaki tabelada A yazıyor sol taraftaki tabelada B yazıyor. Sorun nerede mi? Bu tabelalar ok şeklinde ve diğer tarafı gösteriyor. Yani sağ taraftaki tabelada A yazıyor ve sol tarafı gösteriyor. Soldaki tabelada B yazıyor ve sağ tarafı gösteriyor. Ben de A yönüne gideceğim. Doğal refleks olarak A yazan tarafa gidiyorsun ama yok orası A değil. A diğer taraf. Arkadaşlar oranın neresi olduğunu değil neresi olmadığını yazmışlar. Kesinlikle normal değiller. Ama dertleri ne bilmiyorum.

Alış Veriş

Büyük şehirler ve turistik bölgeler nispeten pahalı. Diğer bölgeler Avrupa ortalamasının altında genelde.

Ama bazı şeylerin fiyatları beklenmedik ölçüde pahalı. Mesela şaraplar ve makaronlar. Madeleine meydanında turistik gibi durmayan bir makaroncu var, sanırım ünlü bir yer. Eminim çok da güzel yapıyordur. Ancak tanesini (küçük boyda bir tanecik makarondan bahsediyorum) 8 Euro’ya satıyorlar. Toksam ve çok güzel değilse en az 4 tane makaronla doyan ben hiç bulaşmadım buraya.

Yine Paris dışındaki dükkanlar saat 19’u gösterdiği an kapanıyorlar. İnsafsızlar 19:02’ye kadar bile dayanamıyorlar. Kaç kere tam girecekken çat diye kilitleyiverdiler kapıyı suratıma.

Yap ve Yapmalar

Sevmesem de yazayım da adet yerini bulsun, tam bir gezi yazısı olsun.

  • Eiffel’i görün. :p Tamam tamam, dalga geçmeden yazacam.

Benim okuyucum ne yapacağını bilir diyerek yapmalardan başlayacağım.

  • Eğer adam akıllı gezecek vakti ayıramayacaksanız Louvre’a girmeyin. 2 saat ayırıp sadece Mona Lisa’yı görüp çıkmak demek, ….. burayı siz doldurun. Yazıktır. Yapmayın. Gidin o 2 saati alışverişte falan harcayın. Eğer ben size alışverişte zaman harcayın diyorsam ne kadar ciddi olduğumu hissediyor olmalısınız.
  • Paris’e geldiyseniz turistik aktiviteleri yapmayın diyemeyecem, hakkınızdır, yapın. Ama sadece onlara bağlı kalmayın bence. En azından yemek olayını gelmeden biraz araştırın. Turistik olmayan Fransız restoranları bulun. İlla çok uç bir şey yemeniz gerekmiyor, ama bulunduğunuz ülkenin hakkını verin, yenilikçi olun. L’Entrecote dışında da Fransız restoranları var.
  • Her Fransız şarabı iyi şarap değildir, her Bordo şarabı süper değildir. 8 Euroluk köpek öldürenleri içip yanınızdakilere “Oooo mirim, adamlar bu işi biliyor, bizde böyle şarap yok” demeyin.
  • Etraftaki krepçilere gidip Nutellalı krep yemeyin diyecem, dinlemeyip yiyeceksiniz. Yiyin o zaman. Hatta yedikten sonra süpermiş deyin. Ama bilin ki ben de o kadar krep yaparım. Sadece benimki o kadar yuvarlak olmuyor ama geri kalanı aynı.
  • En önemli tavsiyem; n’olur Paris dışına çıkın. 3 gün, 5 gün neyse gezin, Paris’i bitirin. Sonra başka şehirlere gidin. Mümkünse Güney Fransa’ya da gidin.
  • Sizden önce Paris’e gidenlerle konuşmayın. Yaptıkları muhabbet hep aynı. Kendisi kaç gün gittiyse o gün sayısına n diyelim. O arkadaş size şunu diyecektir. Paris en az n-1 günde dolaşılabilir. Kesinlikle daha az kalıyorsanız Paris’i göremezsiniz.
    Mesela; o arkadaş 6 gün mü kalmış? Size şöyle diyecektir. “Paris öyle 3 günde kesinlikle dolaşılmaz. En az 5 gün lazım.”
    Eğer 14 gün kalmışsa; “Paris’i 1 hafta da gezmek imkansız. Sadece üzerinden tozunu almış olursun. En az 13-14 gün kalman lazım, arka sokakları görmeden Paris’i gördüm deme sakın.”
    Eğer 2 ay kalmışsa (öğrenci falansa); “Şimdi sen gidip 2 hafta kalınca Paris’i gördüm diyeceksin ama hiçbir şey göremeyeceksin. Paris öyle 2 haftalık bir şehir değil. En az 2 ay yaşaman lazım.”
    Bakın bu 3 kişi de gerçek. Gelip bana böyle ukalalık yaptılar. Bu tipleri hiç takmayın. 2 gün de olur, 1 hafta da olur. 2 hafta da olur. Stres yapmayın. Tadını çıkarın. Çünkü zaten gezerek olmaz bu iş 🙂
    Benim de kriterim şu: Bir fabrikada çalışmadan o ülkenin insanlarını tanıyamazsınız. Paris’e gidince bir fabrika bulup çalışın. 🙂

Yap’lar;

  • Sacre Coeur’a güneş batmadan 1 saat önce varacak şekilde plan yaparak gidin.
  • Gece Eiffel’i yakından görün.
  • Paris’e giderken yanınıza klasik bir ceket, gömlek, pantolon alın. Tüm bunları sadece bir şova girmek için taşıyacaksınız ve sonra değdiğini göreceksiniz. Lido veya Moulin Rouge’a mutlaka gidin. Moulin Rouge biraz daha meşakkatli ama Lido çok kolay bir yerde. 120 Euro gibi bir fiyattan başlıyor. İmkanınız varsa 180 Euro verip yemekli opsiyonu alın. Gerekirse diğer tüm günler Paul’den kruvasan yiyerek, camiden su içerek yaşayın, tasarruf edin, tasarruf ettiğiniz para ile bu şova gidin. 30 yıl sonra yediğiniz o sıradan yemekleri hatırlamayacaksınız ama bu şov hep hafızanızda olacak.
  • Metro için 3 günlük, 5 günlük veya kaç gün kalıyorsanız o kadar günlük pass bilet alın. Ben ilk gidişimde 2 kere daha binecem bir daha binmeyecem diye diye 1 günde harcadığım paralarla 1 haftalık pass alırmışım. Siz baştan alın işte.
  • Turistik olmayan yerlere de gitmeye çalışın.

Ülkenin Şarkısı

Neden bilmiyorum Fransa’nın şarkısı yok. Çok şey dinledim. Edith Piaf’tan olmalı gibi geliyor ama olmadı işte. Zorlayıp uydurma bir şarkıyı size Fransa’nın şarkısı diye yutturmak da istemedim. Daha gidecem nasılsa defalarca. Bir gün bir şarkısı olursa buraya yazarım.

Fotoğraflar

Artık fotoğraf linki de yok. 🙂 Facebook sayfamız var, sayfamızı beğenin, oraya sürekli fotoğraf yüklüyor olacağım.

, , , , , ,

  1. #1 by Ahmet Bom on 27 Mayıs 2013 - 19:12

    Her zamanki gibi ince gözlemlere dayalı nefis bir yazı olmuş. Ellerinize sağlık

    • #2 by Kamil on 27 Mayıs 2013 - 19:23

      Teşekkür ederim İlgiyle bekleyenler hemen okumuş. 🙂

  2. #3 by sevde on 27 Mayıs 2013 - 19:59

    sayende gitmiş kadar oldum yine… ama salyangoz beni bozar…

    • #4 by Kamil on 27 Mayıs 2013 - 20:11

      🙂 Önyargılı yaklaşıyorsun konuya Sevde.

  3. #5 by Nursel Nurşen Soycan on 04 Eylül 2013 - 23:31

    gezi yazıları her zaman ilgimi çekmiştir , sayenizde keyifli bir akşam geçirdim gözünüze takılanları okurken, biraz da sizi kıskandım 🙂 elinize sağlık

    • #6 by Kamil on 04 Eylül 2013 - 23:59

      Çok teşekkürler 🙂

  4. #7 by selim on 27 Aralık 2013 - 23:59

    Doktor,
    döktürmüşsün, keyifle okudum sen uzun yaz…

  5. #9 by ruby87 on 30 Haziran 2014 - 14:21

    çok güzel bir yazı olmuş ellerinize sağlık. daha önceden çin seyahatimden önce buna benzer bir blog yazı okumuştum, çokta faydasını gördüm. ama sanırım bu sefer işim biraz daha kolay. bir çinliyi anlayabilmek ve kendini anlatabilmek gibi bir sınavdan geçtiysen sanırım fransa bizi yıldıramaz 🙂 dimi ama? ay sonu tur ile 5 günlük süreçte nişanlım ile fransaya gideceğiz. yazınız ve deneyimleriniz eminim çok işimize yarayacak, tabi bu durum turun pek hoşuna gitmesede 🙂 teşekkürler.

    • #10 by Kamil on 02 Temmuz 2014 - 16:28

      Eminim güzel zamanlar geçireceksiniz Fransa’da. Size şimdiden iyi tatiller. Dönünce belki bu yazı altında siz de gözünüze takılan bir iki detayı bizlerlerle paylaşırsınız. 🙂
      Selamlar

  6. #11 by Hazel on 29 Ocak 2015 - 15:08

    Selamlar tekrar ben yazılarının güzelliğini okuyunca hem anılarım tazeleniyor hemde büyük zevk alıyorum. Hollanda post’unda belirttiğim gibi hollanda da kaldığım dönemde tatil izin falan diyip fırsattan istifade araba kiraladım ve Amsterdamdan yola çıktım. Fransada Paris’e kadar arabayla gittim. Sizin de bahsettiğiniz gibi yolların çok pahalı olduğunu bldiğimden navigasyonda paralı otobanlarını kapatmıştım. Navigasyonun çıkardığı alternetiflerden yanlışlıkla köy yollarını seçmişim ve Paris’e kadar köy, kasaba, tarla falan gittim. Baya da korkmadım değil hani tek şerit toprak yol yolda kalsam birşey olsa yandım. köylüyü bulsam dilde bilmiyecek, ve yabancıyım nasıl karşılar bilemediğimden biraz stresli geçmedi değil. Ama gördüğüm yerlerin o enteresan mimarileri de anlatmam mümkün değil. Sürekli arabayı durdurup etrafta dolandığımı biliyorum… Yol tahmimimden uzun sürdü ama çok zevkliydi iyi kide navigasyonu ayarlamayı becerememişim diyorum 😀

    Yazılarınız çok güzel keşke daha erken karşılaşsaydım yazılarınızla.
    Tanışmak çok hoş.

    İyi gezmeler, eğlenceli postlar 🙂

    • #12 by Kamil on 29 Ocak 2015 - 15:14

      Ben de hep şöyle derim; “Kaybolmak bir şanstır. Her kaybolduğunuzda eşsiz anılar edinirsiniz, hiçbir zaman göremeyeceğiniz yerleri görürsünüz.”
      Sizin için de öyle olmuş. 🙂
      Okumaya devam. Yorumlarınızı bekliyorum 🙂

  7. #13 by kübra on 29 Nisan 2015 - 21:18

    Gerçekten ilgiyle okudum yazılarınızı,özellikle de yakın zamanda altı günlük Paris gezisi yapmış biri olarak Fransa yazınızı biraz daha ilgiyle okudum tabii.Altı günde,fazlasıyla turistik bir gezide yerel halkı ve ortamı böyle ayrıntılı gözlemleyemedim maalesef ama selamlama konusundaki şaşırtıcı ve hatta alışkın olmayanlar için ürkütücü olabilen tutumlarını görmemek mümkün değildi.Otelimizin genel durumu da aynı dediğiniz gibiydi,altıncı kattaki odamıza ilk gün valizlerle çıkmak sağlamından bir kardiyo testi olmuştu sanırım.Her şeye rağmen güzel ve yorucu bir geziydi,gitme şansı olanlara veya gitmek isteyenlere Paris’i(şimdilik Fransa’da sadece orayı gördüm.)tavsiye ederim.
    Bu arada “gezip görmek mi,yorucu bunları yazıya dökmek mi?” deseniz,yazıya dökmek tabii ki diyebilecek bünyeme,gezip gördüğüm yerleri anlatma konusunda bir miktar da olsa cesaret verdiniz.Umarım elimdekilerle bir gün bende böyle keyifli paylaşımlarda bulunabilirim.

    • #14 by Kamil on 30 Nisan 2015 - 13:53

      Yorumunuz için teşekkür ederim.
      Bence hiç bekleyemeyin. Yazmaya başlayın ufaktan da olsa… Gerisi geliyor…
      Selamlar

  8. #15 by Faruk Selim on 04 Mayıs 2015 - 16:01

    Çok orjinal, çok sürükleyicİ.. Bravo bravo bravo..

  9. #16 by Furkan on 29 Temmuz 2015 - 14:43

    Müthiş bir yazı… İsviçre yazısı gelecek mi peki?

    • #17 by Kamil on 29 Temmuz 2015 - 15:50

      Yakında İsviçre yok, İsviçreye sadece 3 kere gidebildim ve yazı için biraz daha zaman geçirmem lazım.
      Size şu an İsveç’i versem 🙂 İsveç yazısı en favori yazılarımdandır.
      Selamlar

      • #18 by Furkan on 29 Temmuz 2015 - 19:15

        İsveçe yerleşmeyi düşünüyorum aslında dolayısıyla sizin İsveç yazısını da 3 5 kere okumuşumdur tahminen 🙂 İsveç konusunda da sonra size bir iki sorum olacak hatta 🙂

        • #19 by Kamil on 29 Temmuz 2015 - 19:39

          Ne zaman isterseniz.

          • #20 by Furkan on 29 Temmuz 2015 - 21:49

            Bu arada yakın zamanda yeni yazı gelecek mi?

  10. #21 by Ayşegül on 27 Ocak 2017 - 11:01

    Bu kadar keyifli ve eğlenceli bi gezi yazısı okumamıştım. Teşekkürler

  11. #24 by OSMAN on 24 Nisan 2017 - 23:45

    Fransa’da yasayan biri olarak size Ispanya’yi tavsiye ederim. Fransa’da hiç bir .ok yok.

  12. #25 by Moi on 21 Eylül 2017 - 13:22

    Okurken bu bonjour adetine şaşırmanıza çok güldüm ve bu kadar abartılı oldugunu hiç düşünmemiştim. Fransa da dogdum büyüdüm ve bunun içinde büyüdüğüm için aksine Türkiye ye gidince bana garip geliyor insanların bana selam vermemesi günaydın dememesi. Benim onlara gülümseyip diyesim geliyor neden bilmiyorum sonra bakıyorum kimse bana bakmıyor acayip dışlanmış hissediyorum. Bu arada sadece Bourgogne bölgesine ait değil Fransanın her yeri öyle Paris hariç çünkü onlar “parisien” farklılar. Mesela Parisliler i bu yüzden bir çok kişi beğenmez, saygısız “impolie” derler, hayattan hoşnut, bencil oldukları düşünülüyor. Büyük şehir stresi karmaşası, melting pot çok yabancı var orda.

    • #26 by Kamil on 29 Eylül 2017 - 09:42

      Ama çok abartı değil mi bu kadar bonjour. Başka halklarda bu kadar yoğun değil bu konu.

Yorum bırakın